Kızıl-Rubarist Halk Kurtuluş Ordu Bülteni

Kızıl-Rubarist Halk Kurtuluş Ordu Bülteni
KIZIL-RHK- Merkezi Ordu Yayını * Ağostos 2011 * Sayı: 1  * ÜCRETSİZDİR









Sunuş;

Merhaba!
Bülten Rubarist Halk Kurtuluş Ordusu kitlelere yönelik süresiz bir yayındır, ihtiyaç üzerine çıkarılıyor.
Bültenin yayın amacı, ordu içindeki siyasi çalışmayı güçlendirmek, rubarist halk kurtuluş ordusu gerillalarının eğitimini destekleyerek kültürlü bir ordu haline gelmesine katkıda bulunmak, devrimin sorunlarını işleyerek kitleleri halk savaşı konusunda bilgilendirmek, silahlı halk kitlelerinin mücadelelerini propaganda etmek ve kitlelerin silahlı başkaldırısını örgütleme çalışmasına yardımcı olmaktır.
Bülten, partinin merkezi bir yayını olmakla birlikte, ordu üyesi partililerin, komutanların ve savaşçıların ürünnlerini de değerlendirecek ve onların bu alanda yetişmesine yardımcı olacaktır.
Bülten'in nitelikli olması kollektif çabaya bağlıdır. Bu anlamda ordudaki her partili ile örgütlü sempatizan, her gerilla komutanı ile savaşçı, yazı, bilgi, fotograf ve her türlü belgeyle Bülten'in çıkarılmasına ve daha nitelikli olmasına yardımcı olmalıdır. Ordu içindeki parti komiteleri, bu konuda özel görevlendirmeler yapmalıdır.
Kayıplarımızın azalması, acılarımızın örgütlü güce ve sevince dönüşmesi ümidiyle...



GERİLLA GERÇEĞİNİ DOĞRU ANLAMA
Halk savaşı gerilla savaşıyla başlar. Gerilla savaşı, gerillala birliklerinden oluşan düzensiz birlikler tarafından yürütülür. Bu birliklerin temel yapıtaşı gerilladır. Gerillayı doğru şekillendirmek ve güçlendirmek düzenli birliklere varmak için zorunludur.
Bilindiği üzere, düşmana karşı savaşmak isteyen, yaşı ve sağlığı müsait, askeri disipline uyan ve gizlilik kurallarına riayet eden her insan halk ordusuna katılabilir.
Orduya her sınıftan bireyler katıldığı için, onları şekillendirme görevi partiye düşmektedir.
Parti cephesinden bu böyleyken, bir de katılanlar cephesinden bakalım. Katılan kişiler halk ordusunu kafasında belli bir şekilleniş içinde gerilaya katılıyor.
Bunların olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Öncelikle olumsuz yani gerilla gerçekliğini, yaşamını, şekillenişini,ilkelerini bilmeden katılanlar. Bunlar genellikle şehirden gelenlerdir. Diğer bir kısım ise bu gerçekliğin içinden geldiği halde gerilayı abartma, mükemmelliyetçi yaklaşım, sayıya ve silaha önem veren bir önyargıyla karşımıza çıkmaktadır. Bu hatalı yaklaşımların sebepleri ise kitlemizi savaşa göre şekillendirmediğimiz, gücümüzü abartma ve gerçekliğimizi tam olarak kitleyle paylaşmamızdan kaynaklıdır.
Bunların yol açtığı tahribatlar ise bireylerde zorluklar karşısında pes etme, mücadeleden uzaklaşma, düşmanın gücünü abartma veya küçümseme. Gerilla yaşamı içinde  "bunlar burada yaşanıyor mu" gibi mükemmelliyetçi yaklaşımlar.
Elbette ki bu yaklaşımların doğru bir çözümü ise şunlardır:
- Gerilla yaşamında her türlü zorluklarla karşılaşacağını bilme ve buna hazır olma, yalnız bunları fazla abartmamak kaydıyla.
- Sayı, silah gücü vb teknik araçları değil, insanın bilinçli dinamik rolünü anlama.
- Kitlemizi savaş koşullarına göre şekilendirme.
- Düşman gücünü abartma veya küçümsemeden kaçınma.
- En önemlisi ise nasıl ve ne için savaştığını bilme, yani ideolijik sağlamlık. Bu faktör diğer faktörlere göre ağır basmaktadır. Çünkü ne için savaştığını bilen bir kişinin bütün zorluklara ve olumsuzluklara karşı tavrı her zaman nettir. Çünkü uzun ve yorgun bir yürüyüşte güçlü ve fiziği yeterli ama duruşu net olmayan bir kişi mızmızlanırken, ondan kat kat zayıf ama ideolojik olarak net olan yani yolu yürümesi gerektiğini bilen kişiler ise aynı tavrı sergilemezler.
Sonuç olarak gerilla yaşamı ne korkulacak kadar olumsuzluk dolu, ne de hafife alınacak kadar rahat bir hareket tarzı vardır. Yaşamı ve kuralları iyi özümseyen ve dahası insanı özgürleştirmek gibi bir görevi olduğunu bilince çıkaran bir gerilla, yıldızları yorganı, kütüklüğünü ise yastığı yapar.

                      Gerilla Murat/Dersim



GERİLLANIN YAŞAM ÖYKÜSÜ

Her gün kendisiyle savaşan bir yaşam öyküsüdür. Bütün zorlukları göğüslemek, doğa koşullarını bilmek ve doğaya alışmak ve doğaya ayak uydurmak gerillanın olmazsa olmazıdır. Saatlerce yürüdükten sonra yorgunluğun tadını sabah güneşiyle yudumladığı çayla atıyor gerilla. Ve kahpe pusuların vaz geçilmez çatışanıdır. Yılgınlığa yer yoktur gerilla yaşamında. Bir yanında ölümü taşıyan gerilla diğer yanında yaşama can veriyor avuçlarında. Kazanılan mevzinin unutulmaz mimarlarıdır onlar. Çünkü artık bir evi yoktu onun, ailesi yoktu. Yoldaşları vardı. Yoldaşlarıyla sırt sırta verip, aynı yolu yoldaşça paylaşmak vardı. Artık onlar bir gerilladır. Gerilla olmak için zorluklara tutunmak gerekiyordu. Tümüyle partiye adanmış bir birey olmuştur. ilk önce partiyi tanımak, sonra partinin ideolojisi ve siyasetini öğrenmek zorunluluğu vardı. Partimizin kültürünü bilmediği zaman kitleleri örgütleyemez. Ve yeni katılan yoldaşları yetiştiremez. Kendi gerçeğinide öğrenemez. Dolayısıyla ne yeni gelen insanlara ne de kitlelere öncülük edemez. Partiye büyük görevler düşüyor. Yeni insanların ilk önce partiyi tanıması gerekiyor. Eğer bu insanlar parti saflarına katılmışsa bu koşulları bildiği zaman gelip geri dönmezler. Tabi ki doğru örgütlemek gerekiyor. Doğru örgütlediğin zaman o insanlar partiden kopmazlar. Partiye insan yetiştirmek gerekiyor.
Bireyler bu gün insanları kendisi gibi yetiştirirse, kendi kopyasını yetiştirmiş olur. O partinin aile ortamından bir farkı yoktur. Aile ortamında çocuklar büyüyüp annesi ve babası gibi yetişiyor. Çocuk başta babasına bakıyor, ne iş yapıyorsa çocukta aynısı gibi şekilleniyor. Bu doğru bir yöntem değilir. Benim gibi yetişme, kendini yetiştir, kendin ol, kendi ayakların üzerinde durmayı öğren, kendeini yetiştirmek yarına bir atmak zorunluluğunu bilmek zorundadır gerilla. Bu zorunluluğun bilincinde olmak gerekiyor. Ve bu zorunluluk kendisini ayakta tutabilir. Kendisini emeği ve teriyle yapmalıdır. Tabi ki tüm olumlu ve olumsuz yanlarını kendini yenilemek bilinciyle bilmelidir. Kendi yanlış ve doğrularının farkında olmalıdır. niçin savaştığını bilmek gerekiyordu. Sistemin bize dayattığı kültürü yıkmak ve kendi iktidarımızı kurmak için kendimizi sürekli geliştirmek gerekir. Kendimizi ne kadar geliştirirsek, ne kadar güçlendirirsek o kadar iktidarımızı kurabiliriz. Kendi ideolojik seviyemizi yükseltmek sistemin kirli siyasetine cevap verebiliriz. Kitleleri örgütlemek için her tarafa ulaşabilmek için kitleleri bilinçlendirmek zorunluluğu vardır. Bir köylüye, bir işçiye nasıl ezildiğini ve nasıl sömürüldüğünü anlatmak sorunlarına yardımcı olmak için gerillanın bunları bilmesi gerekir. Yeterki, bir tohumu yetiştirip ona emek verelim. O tohum bir gün yetişip tohumlar verecektir. Ve çoğalacaktır. İşte partide böyle büyüyecektir ve tohum verecektir. Yeterki tohumu yetiştirmesini bilelim. Bunu yapmak için sürekli çaba harcamak gerekiyor. Ne kadar çaba harcarsak o kadar başarılı oluruz. Bunu yapmak için sürekli emek sarfetmek gerekiyor. Kısaca gerillanın yaşam pratiğidir.
                                                       / BERFİN /  


Nasıl olmalı ?
Bazen çok kalabalık yaşamların içinde hayat ararken, tüm güzelliklerin çok az kemsin elinde olması, acı verir insanlığımıza. Atların asiliğinde yaşamın sevecenliğini, martıların kanat seslerinde ruhun güzelliğini ve gerillanı silah seslerinde özgürlüğün ışıltısına ulaşıyorum.
Her şeyde az yâda çok mutluluk mevcuttur. Önemli olan o şeye neresinde bakması gerektiğini bilmektir. İnsan, ancak kendi yaşamını n mutluluğunda başka canlıların mutluluğunu araya bilir Kendine uzak olan başkasına bir şey sunamaz. Gerçek olan şeyler zaten gizlenemez. Kafamızı kaldırıp bakmamız yetiyor. Çocukların sahipsiz çığlıklarını ve vakitsiz solan ağaçların yapraklarında bir yüzücü yan vardır. Elbet tarlasını özleyen bir emekçi sonu gelmez bir yığın alın teri içinde hep böyle boğulmayacak. Yolları gözlemeyi bırakıp, kendi kendisiyle yüzleşerek ve silahını gelecek için çekip, düşecektir aydınlık yola. Onu var eden kolları, yine tekrar güzel yaşamı sunan olacaktır
Ve kalabalaştıkça yaşamımız bir o denli daha güçlenecek kollarımız. Seviyoruz herkes gibi ama farkımız çıkarsızca olmasıdır. Asalaklıktan yana bir şey yok, uzun yolculuklardaki yolumuzda. Ama bazen düşüyor kötü yanlarına yenik insan. Çoğu kez kendimizle çelişiyoruz. Her şeyin güzelini isterken, yüzümüzü dönüyoruz ışıklı bir günün aydınlığına. Öle ya yenememişiz benci, l kalan yanımızı. Hele birde yorgunluk uğrarsa bedenimize işte siz o zaman görün bizim teorik cambazlığımızı. Nasıl kendimize göre yorumluyoruz yaşamın bize sunduğu zorlukları. Her yönüyle değişim gerekiyor, söküp atarak tüm çirkinliklerimizi. Biliyoruz yalnız biz değiliz köşe başlarında ağlayan, görmesek te, görmek isteme sekte onlar orda her gün daha bir çoğalarak.
İnsan bazen zorlu süreçlerde geçer ve bu süreçlere bilinçli göğüs geldiğinde kendinde hep yeni bir kuvvet bulur ve üstesinde gelmeyecek bir şeyi olmaz. Asıl hayatın gerçek yüzünü bu süreçler içinde keşif eder. İnsanın kendisini tanıyabilmesi için böyle süreçlerde geçmesi gerekir.
Eğer kendi dağımızın zorluğu karşısında sendelersek, karamsarlığa kapılırsak, kendi davamıza bir çırpıda uzaklaşmış oluruz. Bizler için önemli olan. Davamıza nasıl baktığımızdır. Bir annenin çocuğuna bakması gibi ve unutmayalım ki her anne her şekil bakmıyor. Eğer anne çocuğuna bir emek vermişse onu tüm her şeyden korur. Ve sınırsız bir sevgi ile ona bağlanır. Bizlerde girdiğimiz işte emek ve sevgiyle işin üstesinden elbet geleceğiz. Ve başımızı kaldırıp bir baktığımızda, toplumun içinde bulunduğu hayatı hiçte hak etmediğini görüyoruz. Sonra kedimizi mavzerin ağırlığı altında yeni yaşamı yaratma kavgasında bulmak güzel olandır. Ama önemli olan yalnız bu kavgaya başlamak değil, olmamalı bizler için. Bizim bu kavgayı niçin verdiğimizi ve en kısa sürede nasıl kazanacağımızı bilinciyle her gün hareket etmeliyiz.
Şimdi yeni bir yıla girerken, sınıf kinimizi daha bir artırıp sağlam adımlarla daha bir hızla ilerlemeliyiz. Sağlam adımlar derken, sürekli bir bilinç zenginliği ve bu zenginliğimizi de pratikte uygulamak demek istiyoruz. Bizler eğer yeni bir dünya istiyorsak, her gün bıkmadan usanmadan çalışıp, kendimizle birlikte dünyayı da aydınlatmalıyız. Yani bir saat çalışıyorsak bunu iki saatte, üç saat çalışıyorsak altı saatte çıkarıp kendi kapasitemizi zorlamalıyız. Çünkü bizlerin kaybedeceği bir zaman yâda günümüz yok bu günden daha azimle yürümeliyiz, tüm yaşam damarlarını yitirmiş sistemi üzerine.
Peki, nasıl olmalı yaşam alanlarımız. Öncelikle kendimize karşı dürüst olmalı, sonra yoldaşlarımıza. Her şeyin bittiği sanıldığı yerde, yenisini yaratma cesaretimizi yitirmeden, tekrar tekrar ayağa kalkıp dikilmeliyiz karşısına zulmün. Güllerin yeni açtığı o ilk gün gibi tap taze kalabilmeli, hiçbir an yaşam sevicimizi yitirmeden hayata bakmalı. Ve tüm akan suları getirip kendi engin okyanuslara kaymalıyız.
Her gün başımızı yastığa koymadan önce kendimizi bir gün öncesi için devrime ne kattığımızı sormalıyız. Ya öğle ya bizler yaşamımızı niçin adadığımızın farkındayız. Bunun bilinciyle dört elle sarılmalıyız umut dolu yarınlara. İlk önce işe kurumuş dallarımızı söküp atmakla başlamalıyız ve yerine daha sağlıklı daha genç olanları koymalı. Bilmeliyiz ki zorluklar hep olacak ve biz bu zorluklara karşı direnç ve azimle mücadele edeceğiz. Onların köklerine yönelip kararlıkla söküp atacağız. Günü gelince de hep birlikte el elle zaferin getirdiği aydınlığı sunacağız çocuklarımıza.
Mete


DEVRİM KERVANINDA YOLDAŞLARLA BİR YÜRÜYÜŞ

Ağustosun 25’i idi. Yıl önemli değil. İnsanlık tarihinden incecik, küçücük bir sayfa yazılıyordu. Yazarları ise her zaman ki, gibi küçük insanlardı. Bakalım paragrafın birinde neler yazılmış.
İletişimin alabildiğine geliştiği ve düşmanlaştığı bir çağdı. Telefonlar ceplerde taşınıyor, bilgisayarlar ile insanlar birbirileriyle canlı ve görüntülü görüşüyorlardı. Ancak haber yine de ne telefon nede internet ve nede acil bir mektupla ulaşacaktı. Haber bir kişi tarafından ağızdan kulağa direkt fısıltı şeklinde söylenecekti.
Dedim ya teknoloji insanlığı ileri taşımak için, çaba gösteren küçük insanlar için düşmanlaşmıştı. Çok değil birkaç sayfa önce haber teknoloji üzerinden ulaştığı için küçük insanlar hunharca katledilmişti. Kimisinin bacakları kopmuştu, kimisinin kafası parçalanmıştı, kimisinin ise bağırsakları parçalanmıştı vb vb. örnekler oldukça çoğalabilir. Fakat burada anlatmak istediğim cesetlerin durumu değil, teknolojinin yaşayan insanı ne hale getirdiğidir.
Beklenen kişi nihayet geldi. Hal hatır soruldu, çocuğun ve eşin durumu da soruldu. Sonra gelen kişi,
-Dışarıya çıkalım mı yoldaş? Diyerek ayağa kalktı.
Gelenin üzerinde elektronik hiçbir şey yoktu ancak bekleyen kişi öyle değildi. Üzerindeki elektronik aksesuarları (cep telefonu, mp3 vs) ceplerinden boşalttı ve kapıya yöneldi. Binaların arasından geçerek ormana doğru yol aldılar.
Güzel bir gündü. Güneş, yağmurdan arta kalan damlacıklara saldırmış kurutmaya çalışıyordu. Patikalarda tek tük insanlar geçiyordu. Bu insanların sadece iki durumu vardı. Ya koşuyorlar (spor yapıyorlar) ya da köpeklerini geziye çıkarmışlardı. Yalnızda haberci ve Ali bu patikalarda istisnaydılar. Zira bu patikalar Avrupalılar tarafından köpek gezdirmek için ve spor yapmak için kullanılıyordu.
Haberci Ali’nin kulağına eğilerek,
_  yoldaş, anlıyorum epeydir benden haber bekliyorsun. İşlemleri ancak yapabildik ve sıra sana ancak gelebildi. Hazırlan bir hafta sonra yola çıkacaksın. Al bunlar sana lazım olacak geçişinin kolay olması için (birkaç özel evrağı Aliye uzaktı). Daha eksiklikler var. Onları da… Bölgeden alacaksın, buraya kadar getirilmesi sakıncalıydı. Orda seni bir yoldaş karşılayacak, o yoldaşla tanışıyorsunuz. Yolculuğun o kısmından sonra ne yapman gerektiğini o yoldaş sana anlatacak. Senin üzerinde… Kadar para olması gerekiyor, sende yoksa bu parayı ben sana vereceğim.
_tamam yoldaş.
_hazırmısın?
_elbette! Uzun zamandır bu anı bekliyorum.
_senin fazladan yapman gereken bir şey yok. Yolda sadece sana söylenenleri yapacaksın. Yakalanma durumunda nasıl davranması gerektiğini biliyorsun.
_biliyorum tabii, yakalanma durumuna yabancı değilim. Geçmişteki tecrübelerim bana güven veriyor. Ali biraz düşünceliydi. Haberciye dönerek sakin bir ses tonuyla,
_kalan yoldaşlarla birlikte yıllardır faaliyet yürütüyorum, yoldaşların hepsini özleyeceğim, belki bir daha onları görme imkânım olmaz. Onlarla vedalaşabilirmiyim?
_anlıyorum. İnsanın aniden yaşadığı ortamdan, eşinden, çocuğundan, yoldaşlarından kopması zor oluyor. Onlarla vedalaşman senin hakkın fakat biz güvenliğimize azami oranda önem vermek zorundayız. Yakalanmanı ve riske düşmeni istemiyorum. 17’leri anımsa. Senin yakalanman zincirin bir halkasının kopması demektir. Bu süreçte en ufak bir kayıptan bile sakınmalıyız. Hüznümüzü yüreklerimize gömmeliyiz. Dolayısıyla hiç kimse ile vedalaşmamalısın. Yalnız kızın ve eşinle vedalaşmalısın. Burada da her hangi bir sakınca görürsen eşinle de vedalaşmamalısın. Eşinle vedalaştığında, eşin katiyen telefon kullanmamalı ve kimseyle bu minvalde konuşmamalı. Senin gideceğini hiç kimseye ne suretle olursa olsun belli etmemelidir. Böyle bir durum gelişecekse hiçbir şey paylaşma kendisiyle.
_anlıyorum, dedi Ali mırıldanarak.
Ali ve haberci sessizce yürüyüşlerine devam ettiler. Her şey susmuştu. Doğa, kuşlar, böcekler, insan yani yaşama dair ne varsa susmuştu.  Ali ‘demek ki hiç ama hiç kimse ile vedalaşamayacam, kızım daha 19.ayında, eşim bensiz kalacak. Ayakları üzerinde durabilecek mi acaba? Durur o, çünkü o güçlü bir kadındır. Bir daha beni göremeyeceklerini hissedecekler mi acaba?’ şeklinde karışık duygularla düşünceye dalmıştı. Haberci durumu anladığı için, Ali’yi uzun süre yalnız bıraktı. Ancak eve doğru yanaştıklarında haberci yeni bir konu açtı. Partinin ve devrimin genel durumu üzerine sohbet ediyorlardı. Yeni açılan konu önceki havayı tamamen değiştirmiş ve haberci ile Ali devrimin somut planlanması üzerine yoğunlaşmışlardı.
Akşamüstüydü, Ali haberciyi göndermiş ve sırt üstü yatağa uzanmış ayrılık planları yapıyordu. Gidiş anında çocuğunun ve eşinin yanında olmasını istemiyordu. Çünkü durumu hem eşine açıklayamıyordu hem de direkt onlardan ayrıldığında duygusal davranıp belli edeceğinden korkuyordu.
Ertesi gün uyanır uyanmaz eşiyle konuştu. Eşine ‘örgütsel bir çalışmamız var. Yaklaşık olarak iki hafta sürecek. Seni ve çocuğu Fransa’ya bırakayım. Ben yokken yalnız kalır ve korkarsın. Çalışma bitince gelip seni alırım veya erken gelmek istersen Tren ile gelebilirsin’ dedi ve eşini ikna etmek için bu zeminde uzun uzun konuştu. Neticede eşi kabul etti.
İki gün sonra yola koyuldular ve Fransa’ya vardılar. Birlikte yemek yediler. Ali ‘örgütsel faaliyete’ ulaşmak için artık gitmesi gerektiğini belirtti ve ayağa kalktı. Önce bebeğini kucağına aldı. Yüzünün ayrıntılarını iyice beynine nakşettikten sonra doya doya öptü. Sonra eşine ve yanındakilere de sıkıca sarılıp ayrıldı.
Kimse bilmiyordu bu son vedalaşmaydı. Ali sokakta defalarca kez dönüp camın ardında kendisini uğurlayanlara baktı. Kızı, eliyle öpücük gönderiyordu kızına. Ali arabaya binmeden son kez dönüp geride kalanlara baktı ve arabanın kapısını açarak bindi. Kendi kendine ‘her şey bu kadar Ali, artık gitme zamanı geldi. Gidip tekrar kalanlara sarılmak, öpmek ve koklamak bir şey ifade etmez’ diyerek arabayı çalıştırdı.
Birkaç gün içerisinde her şeyi organize etti. Arabayı sattı, telefonu kapattı, insanlar ile ilişkilerini ‘işi var’ diye kesti, gerekli biletleri aldı. En son gecesi uzun bir araba yolculuğu ile geçti. Kendisi gibi yolcu olan bir yoldaşını (güvenlikten dolayı başka hat kullanıyordu) uzakça bir yere bırakıp geri geldi. Gece saat iki gibi kendisini bekleyen üç yoldaşına ulaştı. Bekleyenler geç olmasına rağmen uyumamış Ali’nin gelişini beklemişlerdi. Beraber geçirecekleri son saatleriydi. Ortama duygusallık hâkimdi. Söylenmesi gereken son kelimeler dökülüyordu dillerden. Sabah saat dört buçukta yola düştüler. Ali havaalanında son işlemlerini de yaptı. Yapılacak çok şeyde yoktu, yanında sadece küçük bir sırt çantası vardı yani bagaj sıkıntısı çekilmedi. Geride kalan üç yoldaşına tek tek ve sıkıca sarıldı. Kalanların çehresine hüzün hâkimdi. Ve Ali kapının öbür tarafına geçerek son bir kez birkaç saniyeliğine geride kalanlara bakıp el salladı.
Bir haftalık zorlu bir yolculuk geçirdi. Bir hafta sonra artık istediği ve istenilen yerde idi. Gece karanlığında elini silahlı yoldaşlarına uzatıp ter kokan gövdelerine sarıldı. Sanki bin yıllık bir hasret bitmiş ve bin yıllık bir hasret başlamış gibiydi.
Derken Ali gerilla yaşamına adımını atmış oldu. Sabah erken saatte bir keleş özellikleri kısaca kendisine anlatılarak verildi. Artık uzun yorucu yolculuklar başlamıştı. Pusu yerleri aşılıyor ve Helikopter sesleri altında zaman geçip gidiyordu. Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum ama Ali artık Munzurlardaydı. Dört kişiydiler: Ali, Ayten Gülmez ve… Yatıyorlardı. Murat Güzel (muharrem) ise nöbetteydi. Ali rüya görüyordu.
Yusuf sıçrayarak uykudan uyandı. Yüzünde şaşkınlık ifadesi vardı. Döne döne kendi bedenine dokunuyordu, etrafına bakıyor ve heyecanla ‘ben kimi’ diye soruyordu yanındakilere. Ayten ve... ‘tamam, yoldaş sakin ol, sen herhalde düş gördün, şimdi geçer’ diyerek Yusuf’un başını okşuyor ve sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Yusuf yine ‘ben kimim’ sorusunu ısrarla tekrarlıyordu. Murat, o anda nöbetten yeni gelmiş olayın öncesini bilmeden lafa karıştı.
-Sen Yusufsun, Yusuf Dal. Hayırdır yoldaş! Biri kafana taş mı vurdu? Bak bunlarda Ayten, … ve bende Murat. Epey zamandır da tanışıyoruz hani.
Murat’ın tanıştırma faslından sonra çevresindekilere bakan Yusuf
-Evet, şimdi farkına vardım ama benim gördüğüm rüya gibi bir şey değildi, bu daha farklıydı.
Diğer üçü merakla
-anlat o zaman diyerek Yusuf’a iyice sokuldular.
-Tuhaf, uyanmadan önce ben, ben değildim. Ben abim Aliydim. Yurtdışında yaşıyordum, bahçecilik yapıyordum. Toprak ve bitkilerle uğraşıyordum, üstüm-başım her daim toprak ve çamur içindeydi. Zürich gölü kenarında gezmeye çıkıyor, çimlere uzanıp gölü ve insanları izliyordum. Helvetia platz denilen meydandan geçip meydanın arkasındaki Postahaneden para çekiyor ve Kaserneye (eski kışla) gidip 1 Mayıs alanında volta atıyordum. Üç odalı küçük bir evim vardı, en üst katta. Hatta daha ayrıntılara da inebilirim. Bilmiyorum, bütün bu bahsettiğim şeyler, yerler var mı ama ben yaşadım onları. Yusuf durakladı, düşündü, geçmişe yolculuğa çıktı. Ayten
-Eee, ne oldu? Devam et yoldaş.
-Ee’si, sonra ben Partiye buraya gelmek için başvuruyorum. Uzun bir süre sonra her şey organize edildi ve buraya geldim. Yattığımda ben, ben değildim. Aliydim. Hala anlamıyorum ben mi abim oldum yoksa abim mi ben oldu?
Durum üzerinde epey yorumlar yapıldı, epey konuşuldu. Yusuf’un anlattıkları gerçeklermiydi yoksa değimliydi kimse kendinde netleştiremedi. Ancak kimse Yusuf’u anlayamadı ve Yusuf’ta kimseye yaşadıklarını anlatamadı yeterince. Aklın erdiği minvalde yorumlar sınırlı kaldı. Ama anlatılanlar bu sınırları aşıyordu.
Akşama doğru katırları alıp Kırkmerdiven vadisinden aşağı indiler. Saat ondokuz gibi katırları yüklediler fakat yükün bir kısmı kaldı. Kendi aralarında oracıkta görev dağılımı yaptılar. Ayten ve Murat katırları alıp gideceklerdi. Yusuf ve… Kalan eşyaları kendilerine yük yapıp yola koyulacaklardı. Katırlı olanlar önden gidiyorlardı. Yusuf ve… Yüklerinden dolayı geride kalıyorlardı. Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra karanlığın içerisinden kıvılcımlar saçıldı, silah sesleri patladı. Ayten, Murat ve yanındaki katırlar oldukları yere yığıldılar. Yusuf ve… Yakındaki dereye kendilerini atmak için koşuyorlardı. … Kendisini dereye attı. Yusuf tam dereye atlamak üzereyken dönüp geriye baktı. Düşmanın mevzilerini seçmeye çalışırken hain bir kurşun başına değdi. Yusuf’un bedeni cansız bir vaziyette dereye yuvarlandı. Tarih sayfasına bunu kaydettiğinde sağ üste 16 Ekim 2006 tarihini not düştü.
Ve tarih sayfası sözü Yusuf’a bıraktı.
-Birkaç dakika önceydi. Kurşun yağmuru altında yoldaşımla koşuyordum. Tam dereye atlamak üzereyken bir an durup geride kalanlara bakmak istedim. Ayten ve Murat çoktan ileriye gitmişlerdi. Gözlerim düşman mevzilerine döndü. Pusu yeri barut kıvılcımları ve kokusu altındaydı. Tekrar dönüp atlamaya çalıştığım anda kafamda bir acı hissettim. Bedenim ağırlaştı. Ben, düşmanın tuttuğu yöne yuvarlandım. … Yoldaşım ise gidemediğim yerde kaldı. Acı hissetmiyordum artık. Gözlerim açıktı ancak göremiyordum. … Yoldaş AGİT (Yusuf’un kod ismi), AGİT diye bağırıyordu. Elimi kaldırıp silahımı almak istedim ama beynim izin vermedi. Bacağımı kaldırıp koşmak istedim beynim izin vermedi. Sonra beynim düşünmeme de engel oldu. Anladım, sakinleşip beklemeliydim. Bedenimin hükmü bitmişti artık.
-silah sesleri uzaklaştı, derinleşti. Kanım toprağa aktı. Toprak başımdaki açıkta kalan etlerime yapıştı. Sonra göğe doğru yükseldim. Yukarıdan olanları izliyordum. …yoldaşım yoğun kurşunlar altında kalmıştı. Düşman mevzisinden karışık bağırma sesleri yükseliyordu. …yoldaş oradan koşarak başka bir dereye kendisini attı. Büyük bir kaya arkasına mevzilendi. Kaya yoğun silah ateşi altındaydı. …yoldaşım çıkamıyordu, öldürüleceği anı bekliyordu. Sabaha doğru yoğun sis bastı vadiyi. Yoldaşım sislerin arasına karışarak uzaklaşmayı başardı. Öğlene doğru sisler kalkınca bedenlerimiz bir araya topladılar. Helikoptere attılar ve alıp götürdüler. Biz ise orda kaldık.
Bir süre sonra tarih yeniden Yusuf’a söz erdi.
-O günden sonra aradan üç yıl geçti. Hiç tanımadığım bir yoldaşım geldi yanı başıma. Elini uzatıp kanımın aktığı topraktan bir avuç alıp kokladı ve yine yerine bıraktı. Alıp koklayarak bıraktığı bir tutam saçımdı. Sonra elini toprağın üzerinde gezdirip yüzümü sevgiyle okşadı ve eğilip alnımdan öptü. Gülümseyen gözleriyle gözlerimin içine bakıp
-Merhaba yoldaş dedi.
-Merhaba yoldaş, sen kimsin?
-Benim adım Okan, hani 17’ler ile vurulan.
-Tamam, ama sen gerçekten yaşıyorsun, hâlbuki vurulmuştun?
-Evet, ben yaşıyorum, gerçekten yaşıyorum.
-Nerden geldin?
-Zürich’ten
-Aa, abim orda yaşıyor. İsmi Ali, tanıyormusun?
-Elbette tanıyorum dedi.
-Durumu nasıl?
-iyi, normal yani.
-Üzüldü mü? Vurulmama yani.
-Evet.
-Başka neler biliyorsun abim hakkında?
-Sana iletmemi istediği bir şey vardı fakat ancak ulaşabildim.
-Neydi peki?
-Sana sürekli mektup yazıyordu.
-Nasıl yani? Hiçbir mektup ulaşmadı bana.
-Biliyorum. Yazıyordu fakat nereye göndereceğini bilemiyordu.
-Neler yazdığını biliyormusun?
-Evet birazını.
-Anlatırmısın bana? Dedim.
-Elbette içeriklerini bildiklerimi anlatayım ancak hepsinin içeriklerini bilmiyorum.
Ve bir gün boyunca yanımda oturup usulca anlattı. Bir gün sonra sözünü kesip durdu. ‘bitti’ dedi. Çok mutluydum. Sonra bana elini uzatarak
-Kalk gidelim dedi.
Şaşırdım. Çünkü ben hep yerimde duruyordum, hiç kıpırdayamadan. Birden Okan’ın nasıl kalkabildiğini düşündüm. Ben
-Nasıl yani? Ben kalkamıyorum ki. Dedim.
-Hayır, sen kalkabiliyorsun, sen ölmedin dedi ve elimden tutarak beni ayağa kaldıran Okan
-Bak Murat ve Ayten orada bekliyorlar, diğer yoldaşlarımızda dağların zirvelerinde bekliyorlar. Beni İBRAHİM yoldaş görevlendirdi sizleri ayağa kaldırmam için, bizlerin ölümsüz olduğumuzu sizlere anlatmam için. Şimdi Ziyaret vadisine geçeceğim, orda da üç yoldaş var. Onları da kaldırıp yollayacam. Ve Kurudere vadisine geçeceğim orda da Lenko yoldaş var, O’nu da göndereceğim ve devam edeceğim görevime. Siz zirvelere ulaşacaksınız, oradan gökyüzüne ulaşacak ve birer kutup yıldızı gibi parlayacaksınız. Bende görevimi bitirince yanınıza geleceğim.
Zirvelere baktım. Zirveler kutup yıldızı gibi parlayan yoldaşlarımızla doluydu. Okan bana dönüp tekrar
-Hadi. Ne bekliyorsun, bak Murat ve Ayten seni bekliyorlar dedi.
Ve ben yola çıktım, Muratların yanına ulaştım. Kucaklaştık, hasret giderdik. Üç yıldır birbirimize çok yakın ama bir o kadar da uzaktık. Yola koyulup zirvelerdeki yoldaşlara ulaştık. Vurulan yoldaşların hepsi ordaydı. Sapa sağlam, dimdik. Hepsinin yüzü gülüyordu. Bizi İbrahim yoldaş karşıladı, gülen çehresiyle sımsıkı bize teker teker sarıldı, alnımızdan,yanaklarımızdan öptü ve diğer yoldaşları gösterdi. Kimler yoktu ki, Meral Yakar, Ahmet Muharrem, Mehmet Zeki, Süleyman Cihan, Kazım Çelik, Cüneyt Kahraman, Cafer, Aydın, Baba Erdoğan, İsmail Bulut, Erhan Öztürk, Cebo, Pala İsmail ve diğer bütün yoldaşlar oradaydı. Hepsiyle kucaklaştık, buluşmanın sevinciyle sohbetlere girdik ve sonra gelenleri karşıladık. Sonra, sonrasında hep birlikte göğe yükseldik. Dışarı çık gökyüzüne bak abi. Yıldızlara bak. Biz hep orada parlıyoruz ve biz yaşıyoruz. Sadece bazen çıkıp bize bakın, bizler sizleri görüyoruz.
OKAN ŞUBAT 2009

DAMLA VE DENİZİN BİRİKİMİNE
Buradan sizlerle bağ kurmaya çalışırken dünden bu güne kalan bütün beklentilere, anılara ve özlemlerim boy verir. Bazen rüzgârla, bazen kanatlarla, bazen yıldızlarla, bazen içime damıttığım şeylerin tadında.  Bazen bir sevgi, bazen bir kucaklaşma, bazen bir kapının açılışında bir beklentinin en umulmaz anılarının gerçeğinde çığlık ve hüznünde.  Bazen kırılgan şeylerin umulmaz rastlantıya dönüşmesidir.  Ellerin hani bazen bedeninize fazla bazen anlamsız hareketlerle hangi temsile, hangi ifadeye tanım katacağını kestirmek insanı bir çaresizliğe bazen öylesine hızlı hareket ediyor ki, insanın içine işlenen şeylerin anıların en ağır başlangıcına ve o süreçten bu sürece kadar bırakılan boşluğun izlerini en hızlı bir şekilde görüyoruz. İşte bu anın bıraktığı yoğunluk yapmaya çalıştığın şeylerin ardında kalanın yaşadıkları şeylerin izleri (seni soluklarında boğmasına, seni sarmalayan anıların yarattığı duygu yoğunluğuna neden olan dünün izleri karşında dipdiri duruyorken) hangi tanımla yaklaşımı sağlamak gerekiyor?
Doğru dediğimiz şey kimin için doğruluğu, kimin için yanlışı tartışılığı karşına çıkan gerçeği nasıl anlatılmalı? Nasıl bir ilişki kurularak nedenleri anlatmak? Hangi tanımla bunu başarabilirim? Benim fikirlerim bir Damlanın kendisini tamamlama sürecinde yaşanan olgularına, hareketine yön veren o kuralları o yoğunluğu anlamama yardımcı olacak. Bu Damlaların içimdeki birikimini bendeki korunağı, bendeki berraklığı dokunulamaz kadar hassas, öylesine sıcak ve narin bir özlemlerin buluşturduğu göğüs kafesimdeki boşluğunu dolduran damlaların birikimi Denizime taşan damlaların köpüğünde coştum. Ve acı ve sevinç içinde yüzdüm. (ve saçıma tek bir aklın ceylan bakışların duruluğunda anlam ve huzuru solukladım)
Sekiz yıldan sonra sekiz yılın içinde yaşananları bir bilinmezlik değil yalnız onlara tanıklık onların içinde sen olsaydın sorunun cevapları karşında duruyor. Ama o anı ileriki satırlarda cevaplamaya çalışacağım şimdi o ilk günün fiziki kopuşunu oluşturan düşünce sürecine öncelikle hiçbir fikrin insanın yaşadığı şeylerden bağımsız değildir. Benim kendimde açıklayabildiğim, doğruluğuna inandığım fikirlerimin tamamı yaşadığım koşulları anlama ve bunlara karşı takınmam gereken tavrın açıklanmasıdır. Sınıf savaşına diğer tanımla devrimci savaşta sizlerin daha iyi anlayacağınız ifadeleri kullanmak esas olarak doğru olandır. Benim yıllarca yaşadığım koşullar şunlardı: mesleğim gereği aşçılık yaptım. Bu meslekte usta olmadan önce birçok işte çocukluk ve ergenlik sürecim vardı. İlkokula giderken odun, ayran, ürettiğimiz sebzeleri satmaya götürürdüm. Bu dönem aile olarak yarıcılık yapardık. Ben bu yaşlarda lokantalarda bulaşıkçılık yapardım. İlkokulu bitirdiğim yıllarda, 1978 yılında Dersimden göç edip Çukurova’ya yerleştik. Burada pamuk tarlalarında, portakal bahçelerinde ve fındık tarlalarında çalıştım. Bu dönem toprağımızdan ve bizde et-tırnak misali içimize işlenmiş bütün geçmişim içimde yaralı ve kanayan bir yanı devamlı duygularımda paylaşımda bir özlem, bir hasreti hep canlı tutuyordu. Bu koşullarda yaşayacaklarımın farkında olmadan sadece insanların ortak koşullarında hep çalıştık, çalıştık. Hep yarattık. Yaratırken iyisini giyemedik, yiyemedik. Sevgiye hasret yanımız okşanınca daha fazla emeğimizi, daha fazla senin olanın bu duyguyla senden koparılması sağlandı. Neden bunları size anlatıyorum sorusuna cevap vermeye çalışıyorum. Sadece birbirimizi anlamaya caba gösteriyorum. Şimdi sizlerle paylaşmak istediğim şey şudur: sizlerin içinde olduğunuz o koşulları tamamıyla içinde yaşadığımız toplumun ortak koşullarıydı. Birçok açıdan milyonların bizim gibi aynı imkânları yaşarken bunu sorgularken buna karşı ne yapmalı çözümünü görmemesidir. Biliyorum bu kısa satırlarda anlatılan şeyleri sizlerinde benim içinde olduğum koşulların, doğruluğunu tamamıyla inanarak bakmayacağınızı yalnız bir fikir bir emek pratikte Milyonların hesabına onların haklılığını savunuyorsa onların kendi kaderini yaratmalarına bir yol gösteriyorsa insan olarak buna sunduğum katkılarımı önemseyerek bunun bilinciyle bu savaşımın insanlığın savaşımı olarak kabullenmemdir. Şimdi sadece ayrıldığım yıllarda annenize ve size karşı yanlışlarımın farkına varamamam o gün bu ayrıntıları görmem mümkün olmadığından kaynaklıdır. Soruna tek yanlı vakıf olmamın gerçeğidir. Tek yanlı olarak vurguladığım şey annenizin sizin istemlerinize cevap olacağını düşünmemdir. Sorunlarla boğuşmasına sağladığım koşulları ayrıntılı olarak değerlendirmekten uzaktım. Bu bir yanıyken diğer yanı annenizin bir kadın kimliğiyle karşılaşacağı zorlukların daha derin hissetmesi ve buna karşı kendi ayakları üstünde daha bilinçli durması fikriyken diğer yanı ise yıllarca çalıştım hiçbir insana ekonomik olarak bağımlı olmamak için. Oysa hep başkasına ihtiyaç duydum. Bu yıllarda karşılaştığım o koşullar bilimcimde müthiş bir çatışmanın içindeydim. Artık emeğimi hiçbir sömürüye ve emeğimi kimsenin çıkarına hizmet etmemesi için bundan hiç kimsenin kendi çıkarlarını büyütmemesi için büyük bir kine sahiptim. Ama bu bir yanken diğer yanı yıllarca çalıştım. Hiçbir koşulda yaşam güvencem yoktu. Çalıştığım koşullarda yıllarca işverenin koşullarına, haksızlıklarına kimseye minnet etmemek için birçok haksızlıklara tabi oldum. Bu kısa olarak açtığım geçmişimin bir insan özelliği olmalıydı. Bunu ancak Devrimci düşünün anacak gerçeklerin ele alınmasını sağlayan insan ve emeğin en yoğun ifade bulduğu paylaşımda yer almak büyük bir tercihtir.
Şimdi başta o sekiz yılın ilk ayrılığında yaşadığım o duygu yoğunluğunu iç dünyamda yarattığı etkiyi biraz paylaşmak istiyorum. Başta sizler çocuktunuz. Birçok şeyin sadece o gözlerinizle gözetlerken saf temiz duygularınızla sadece ne yapacağımı sorardınız. Ama ben bir daha sizi öpüp koklama şansımın olmayacağı bir değerlendirme içinde ve gerçeğine kendimi katmak için bir pratik içine girmekteydim. Damlanın kızgınlığında en umulmaz anda babacık demesi bütün olumsuzlukların durulur. Bir çocuğun en arı duygularıyla dolar taşardım. Seninle olan yanı bir sevgi yoğunluğu içimde ciddi bir tanımdır. Bu gün hala benim için capcanlıdır. Denizin günlük yaşamdaki yaramazlıklarını yani yanlış yaparken, yanlışlarını kendisine anlatırken takındığı tavır çok öğreticiydi. Söyleneni büyük bir insan ciddiyetiyle dinlerdi ve kendisine o yaşlarda öz eleştirel yaklaşırdı. Sizlerden söz ederken annenize karşı yaşadığım daha çok teninin içime işlenenen   şeylerin bir şeylerin yaralı yönünü hep bir eksikliğini bu güne kadar yaşadım yaşamaktayım.
Şu sorular sizin için hep geçerlidir. Madem böyle şeyler bu kadar yoğun ve önemdeyse neden bunu yaptın. Bütün mesele burada. Ben sizlerden kopmadım. İlk günkü ayrılığın ağırlığında capcanlıdır. İfademde, duygumda hep aynı güzel ve temizlikte yaşıyor ve yaşayacak. Kendimizden yola çıkarak nedenleri açıklarsak insanlığın yaşadığı şeyleri görmezsek onlara karşı sorumsuzca bir tavır içinde kalırsak kendimize duyduğumuz özelliklerin, özellikle insanların ortak beklentileri, ortak özlemleri ve ortak şeyleri yaşamamızdan dolayı onları görmemezlikten gelmek insanın ulaştığı bilgi ve yaşamı savunma anlayışı ne kadar doğru ve güçlü olarak savunduğumuzu söyleyebiliriz. Ben bu satırlarda kendimden bazı şeyler açmaya çalıştım. Yani çalışırken emeğimi, insanlığımı, duygularımızın nasıl sömürüldüğünü en acımasız bir şekilde yapıldığını iliklerimize kadar yaşadık. Nasıl ki, sizlerle olan duygu yoğunluğu en güzeli için bir güzel ifadeyse bu gün başka bir yoğunluğun nedeni de bu haksızlıkların yarattığı en haklı ve en meşhur  olanı  insan olarak bu haksızlıklara karşı yaşamın en doğru yaşamaya en güzelini savunma hakkını kendimde açıkladığım temsil etme gerçeğini nasıl koparırım. Hayat yaşamaya değer dinamik yanıyla her an her koşulda mücadele devam ediyor. Bu gerçek ister bireysel istemlerin insanın dünyasındaki yarattığı tahribatlar, en kısa tanımıyla insanın insana karşı ortak yaşama bilincinde parçalanma ve yabancılaşmayı yaratmıştır. Ayrıca yarattığı ürettiği şeyleri neden kendi yaşamına katmadığı neden bunun farkında değil? Anlamamız gereken şey budur. İnsan dünyada en bilinçli varlıktır. Birileri bu bilinci bilerek, isteyerek bunun ileri yönlerini insandan koparmak için kendi çıkarları için bu haklılığını anlamamsı için onun bilincinde yaşadığı şeyleri doğru bilince çıkarmaması için onun insani yönünü unutturacak bir yöne taşıyacak duruma taşımışlar. Çalışanlar yoksulluk yaşayacak, oturanlar saltanat sürdürecek. Ev yapıyor evsiz, araba yapıyor arabasız. Kısacası yaratanlar emeğinin ve bilincinin hakkını alamamakta.
Ben bu satırları sizlerle bir şeyler paylaşmak isterken bu gün içine girdiğim kavgada bilinçli bir tercihle bu kavganın içine girdiğimi anlatmaya çalışıyorum. Dün ben okula gidememe nedenlerini unuttuğum zaman, bugün çocuğunu okula veremediği için intihar eden anneleri, bugün okula gitmek isteyen ama okula gitme imkânları yok diye intihar eden çocuğun acısını, haklılığı onun yaşamını savunamam. Bu gün benim annenizle olan birlikteliğimizin birbirimize karşı sevgisizlikten değil, aynı zamanda saygısızlık değil. Bu ayrılığın nedeni de maddi ve kültürel olanakların kaynaklık ettiği sorunlardır. İnsanlığa karşı sorumluluklarımızın bilincinde olmamızda kaynaklı yanıydı. Daha dün en yakınlarımızın yaşadığı nedenleri sorgulanmadan onların acılarına karşı bir kurtarıcı, fedakâr çaba içine girseydim onları acılarından koparabilir miydim? Hayır. Çünkü bugünkü insanın içine girdiği paylaşım haklı ve doğru bir paylaşım olduğunu sağlamış olurdum. Bunu şöyle açıklamaya çalışayım. Şayet yanınızda bugün olsaydım ancak belli isteklerinizi kısmi olarak sağlardım. Bugün hayatın tanıklığını yaşayarak bunun farkındasınız. Bir insanın kazandığı para ancak o kişinin ihtiyaçlarını karşılıyor. Birde bizim yaşadığımız koşularda bir aile en az 5-6 nüfusludur. Ancak 1-2 kişi çalışmakta, hiçbir sosyal güvencesi yok ve ayrıca ara işlerde çalışmakta. Anlayacağınız insanlar açlığa talimdir. Bu açlığı kısaca şöyle açmaya çalışacağım. Türkiye ve Kuzey-Kürdistan da bu gün hangi parti hükümeti kurarsa kursun bayramlarda, seçimlerde insanlara giyecek, yakacak ve yiyecek dağıtıyor. Peki, bunları üreten kimlerdi? Bu yemek ve giyeceklerin kuyruklarında dilenen bu insanlar. Bugün bu haksızlığın ortadan kaldırılması için Komünist partisinin kitleye önderlik yapması için kitlelerin kendi ürettiklerini kendileri tarafından paylaşmaları ve kendilerinin ürettiği her şeyi ortak yaşama sunmaları için bu haklılığın biricik yöneticileri olmasını sağlamak sadece bugün bunun daha doğru görevini yerine getirmesi için bu partinin yükünü taşıyabildiğim katkıdan başka bir şey yapmıyorum. Diğer bir örnek daha vereyim. Çocuklar düşünün: hayatın en güzel renklerini, en cıvıl cıvıl seslerini düşünün. Onların beklentilerini bir çizgi filminde arının, Karıncanın ne kadar kardeşçe, ne kadar büyük bir paylaşımı sağladıkları o güzel dünyayı yaşarken paylaşmak.
Oysa benim ülkemde çocuklar kendilerini doyurmak için oyun oynamak için değil, sıcak bir yemek için, sıcak bir ayakkabı için çalışmak ve dilenmek zorunda. En kötüsü  çocuklar  satılıyor. Düşünün çocuklar beki bu tercihim sizden isteme hakkına sahip değilim ama düşünmeniz gerekiyor. Anlamanız gerekenleri yalnızca insanın insana karşı kötülüğünün ne kadar kötü bir duruma geldiğini anlamanız için bunları anlatma gereğini duyduğumu iyi anlamanızdır. Çabam dünyanın içine düştüğü bu kötülüğün, ne kadar adaletsiz olduğunu düşünün diyorum. Bolluğun ve açlığın bugün ki dünyada ve zamanda en acımasız en büyük kötülük içinde olduğunu düşününki bu yanlışlar için ölümü göze alıp bu adaletsiz bu geri yaşamı kaldırıp yerine eşit ve insanın milleti, renginin hiç ayrıt edilmeden kardeşçesine bir paylaşım için, yaşamı yaratmak için savaşı bir ihtiyaç olarak seçiyorlar. Tek bir nedeni var. Kötülükleri yapanlar yalnızca insanın hükümetlerle kurdukları devletlerin kötülüklerin görmeniz gerekiyor. Düşünün çocuklar, bir anne çocuğunu doyurmak için bedenini satmak zorunda kalıyor. Bütün bu kötülükler, çirkinlikler yalnızca nedeni birilerinin haksız mülkiyet sahibi, olarak kendilerinin devletini, hükümetlerini kendilerinin mülkiyeti için kurduklarını bütün kötülüklerin anası bunların mülkiyetidir. Polisin, jandarmanın insanların haklarının aramaması için buna ihtiyaçlar duyuyorlar. Ve sadece düşünün çocuklar hiç kimsenin ayrıcalığının olmadığı, her kesin eşit kimsenin kimseden farklı bir şeyinin olmadığı bir paylaşım. Devlete, hükümete, polise, jandarmaya ihtiyacın olmadığı bunların ne kadar anlamsız ve yersiz olduğunu düşünün. Bu dünya imkânsız değil. İnsanın kendi tercihini gerçekleştirme rolünü kavrama imkânsız bir şey olamaz.
Bir dünya var
Bu dünya kirlenmiş
Ve biz bu kirlenmiş bir
Şey istememe haklığını tercih ediyoruz
Birileri dünyanın şeylerini…
Kendilerinin olduğunu söylüyorlar
Biz diyoruz ki, bu dünya…
Çocukların gözbebeği kadar çıkarsız bir paylaşıma sahiptir
Çocukların istemleri kadar arı bir yaşamı savunuyoruz
Ve diyoruz ki,
Kirlenmiş değil!
Kirliliklerinden arındığı zaman
İnsan gerçekliğine kavuşur
Yaratan ve yönetenin kendisi
Olduğu o dünyanın insanı olma
Savaşının, insanlığın yaşamını savunma savaşımı
Bu yolda sebat ederek insanın savaşımında tarihinden sorumluluk duyma rolünün önemini paylaşmaya bu anlamda ideallerimizin ortak kazanımlarını büyük anlamını yaşamak. Şimdi sevdiğim kadının daha büyük bir kimlikle içerikte yaşamak ve her zorda daha inatçı tutumla bu nedenlerin insan yaşamında çıkmasının anlamını derinleştirerek bu kavgada seni yaşama sevdasıyla yıkılacak ne kadar şey varsa uğrunda düşmesini bilme ve yapmada yaşamaktır. Senin…
Sevgi varlık nedenimdir
Bir hiçin acısı değil
Hayatta kattığım
Gerçeğine
Önem biçtiğim
Tamı tamına
Kattığın şeylerin tadıdır.
Payıma düşeni hiçbir nedeni gerekçe sunma tutumuna düşmeme, bu olguda yârin yanağından gayrı paylaşımı savunmak ve diyeceğim şudur: sevgili tenimizde kalan ve bilincimizin yaralı yanı kanarken, diz çöküp yaşamı yaşamaktansa paylaşmak daha büyüktür. Uğruna ayakta düşme sevdası yani söz özgürlükse insansa yaşamak bu uğurda ikimize dair bir şeyi insanın savaşımında bu uğurda yaşamaksa buna uygun cürettin temsilini büyütmektir hayat ve insana bağlıkta paylaşmaktır ve yaşamaktır.
‘sevgili seni sevmek
Senin sen…
Olduğun içindir ki,
Teninin tenimdeki
Sevinç tanımında…
Yaşamaktır çıkarsızca
Sevmek insanlaşmaktır
O nedenledir ki,
Senin
Dünyana olan yolcuğumda
Yaşamaktır hayat
Hayatsa sevmekle yüklüdür
Ve severken kendin olmasını
Bilmekle yüklüdür özümüz
Kısacası sevmek insanlaşmaktır
Bu deryada yanmasını bilecek kadar
Aşkla…
Şimdilik içinde bulunduğum şu günleri anlatmaya çalışacağım. Ama bu tarihin yılın dönüm günleri olduğundan dolayı size olduğum yıl, o yılbaşı gününün sözleri, duyguları paylaşılan şeyler gelip bir yönümüzü incitiyor. İnsanın ortak şekillenişinden dolayı emek ve duyguların yarattığı şeyler teninin bir parçası oluyor. Hep bir yanımızı incitiyor. Son yılbaşında Damlanın sözü aklımdayken, Denizin içten sarılması, bir ekmeğin buğusu ve baharın insanın içinde uyandırdığı hayatın kendini yeniden yenileyen bir şey yaşamak tadıdır. Ve Damlanın da benim en mutlu yılbaşıdır babamın yanımda olması. Sevinç ve renklerin sıcaklığının önemle korumaktayım. Bizler barınak yaşamın sorunlarını bir bütün olarak ele almamız tartışmalarını yürütürken günlük yaşamda komün yaşamının ilişkilerine dayanarak odunu, şekeri, yağı ve bir bütün gereksinimleri planlayarak tüketiyoruz. Kar, soğuk hayatımızın bir parçasıdır. Bütün bu saydıklarım bu mücadelenin bir parçasıyken halkın günlük yaşamdayken aynı koşulları yaşıyor. En büyük farkımız bizim zorunluluktan kaynaklı yönümüzün daha keskin daha net olan düşmanımıza karşı net karşı koyuşumuzdur. Kitlelerin kendi savaşımını doğru anlamaları yaşamını örgütlerken, günlük yaşamlarını şansa bağlayan bir yaşam beklentileri içinde şekilleniyor. Buda yönetenlerin işini kolaylaştırıyor. İnsanı insanlaştıran tarihini unuttuğu o günden bu güne kadar umutlarını, düşlerini başkaların sunduğu şans ve kaderine bırakmıştır. Çoğunluk böyle bir makul yaşamı tercih ediyor.
Bu satırları kalemle yazmak kolay ama bilgisayara yükleme ve gönderme epey bir zamanımızı alıyor. Elektriğimiz sınırlıdır. İşte bu sınırların içinde bugün seyrettiğimiz filmin uçurtmayı vurmasınlar filmiydi. 28.12.2008 gününde yazılmış bir önceki satırlarıma beni götürdü. İki gün evvel yazdığım şeyler başkalarının hayatında nasıl yaşandığı ve bizim hayatımızda ve bizde nasıl yaşanıyor. Çocuklar sizler nasıl ki, bir yanımsanız bu gün ortak ideallerimiz için bir arada yaşamı savunma birlikteliğini bu günden geleceğe yarına taşımak için imkânsızı yani bütün gericilerin ummadıkları şeyleri yaratma cüretiyle bir kavgaya tutuştuk. Bu basit bir şey değil. Çaresizliği çarenin varlığına çevirme bilimselliğidir. Bu gün işte anlatmak istediğim şeylerin bir birilerinin dünyasına kattığı şeyler insanın bir yanının farkına varmadan senin bir parçan olmuşlar. İnsanlar ortak yaşama değerini bilince çıkardıklarında bütün sevinçler ve hüzünler paylaşılacak ve ayrıcalıklar ortadan kalkacak. Sevgiyle yeni Dünyanın gerçekliğiyle sizleri ve halkımı selamlıyorum. Devrimci selamlar.



GİDİYORUM
Gidiyorum karanlık kentin, beton canavarları
Gözyaşlarımı cebimde götürüyorum
Ne tuhaf
Bir yanım bahar kokuyor
Diğer yanım da hüzünlü bir şarkıya eşlik ediyor
Ağustos böcekleri
Gidiyorum,
Ve beni özlemlerimden koparan herşeyi,
Sana bırakıyorum.
Bitiyor sende kalan ömrüm
Ve yaşamımız buzlar eriyinceye kadar seninle.
Gidiyorum
Ve karınca olup yeryüzüne çıkıyorum bir bahar vakti.
Ellerimde hummalı bir çalışma
Gözlerimde sızıyan bir uyku
Rehavetimin kurbanı olmuyorum artık
Düşlerime uzanan ince yolun bariyellerini onarıyorum
Ve sonra ışığa boğuyorum tüm karanlıkları
Gidiyorum,
Ellerimdeki umutla karanlığın mezar bekçilerini vuruyorum,
Güneşi selamlıyorum tebessüm dolu dudaklarla
Haykırıyorum tüm acılarımı kanlı urganın içine
Bir bebeğin tenindeki ilk dokunuş oluyorum sonra
Büyüyorum,
heceliyorum
ve yürüyorum
Bütün kirli yaşamını sana bırakıyorum ey karanlık kent.
Gidiyorum,
Babil olup ölüyorum,
Şahan olup doğuyorum.
Milyonlarca çocuğum oluyor hiç tanımadığım
Hayat dolup akıyorum dalga dalga.
Uçurtmalarımı gök yüzüne salıyorum rüzgarda
Akan hayatımın mendereslerini izliyorum usulca.
Ve çocuklarım
Evet o milyonlarca çocuklarımın gülümseyişi mezarın olacak senin.










2 yorum: