Komutan Emel’e (Nurşen Aslan’a)



Son hazırlıklarını yapmış ve artık randevu gününü bekliyorlardı Mehtap Kara (Sevda) ile birlikte. Karadeniz’in gür ormanlarından, orada savaşan yoldaşlarından Karadeniz’in emekçi halkından bir selam taşıyacaklardı, Munzurlara, Muharrem’e, Aşkın’a, Cafer’e ve Dersim halkına… Karadeniz’deki gerilla yaşamının ardından direnişin sembolü, onlarca yoldaşın kanı ve canıyla sulanmış topraklara atacağı adımın heyecanı ve coşkusunu paylaşıyordu Mehtap Kara’yla. Munzur’un coşkun akışı yüreğini coşturuyor, hırçınlığı kavgasını biliyordu. Ve bu düşlerde Emel Kılıç da vardı. Onun adıyla adımlayacaktı Dersim dağlarını. Onu düşündükçe düşmana olan öfkesi daha da büyüyordu.
Çünkü Emel Kılıç’ın Dersim’de faaliyet yürütme isteğini biliyordu. Düşlerden sıyrılıp Mayıs 2003’ü hatırladı. En öndeydi Emel Kılıç. Grubun öncülüğünü üstlenmişti. Köyden noktaya varacak yolda gelecek ilk saldırıyı göğüsleyeceklerin başındaydı. Kendisi de arkasında adımlıyordu patikayı. Derken silah sesleri... Ve şimdi Emel Kılıç’ın en çok istediği topraklarda onun adıyla savaşacak olmanın gururunu yaşıyordu. Emel Kılıç bir Dersimli olarak Karadeniz’de ölümsüzleşirken, kendisi de bir Karadenizli olarak Dersim halkına umut taşıyacaktı. Tıpkı 4 yıl boyunca Karadeniz halkına taşıdığı umut gibi. Samsun’dan Tokat’a, Ordu’dan Giresun’a köy patikalarına bir iz bırakarak gelmişti Dersim’e.
Dersim birliği açıklandığında adı okunan yoldaşlar arasındaydı Karadeniz’de kodlanmış ismiyle Münire (Nurşen Aslan) yoldaş. Tüm grup bileşeninde olduğu gibi Dersim’de faaliyet yürütecek olmanın büyük onuru ve coşkusunu yaşarken diğer yandan da bir bilinmezliğe gidecek olmanın kaygısını da yaşıyordu. Ama bu kaygı umudunu ve coşkusunu hiçbir zaman sınırlandırmadı. Yüreğinde tarifsiz duygularda yaşıyordu. Sadece adımladığı dağ patikalarını değil, doğduğu toprakları da ardında bırakacaktı. Almus barajının sularına gömülü köyünü düşündü. Hiç görmediği ama çokça anlatılan köyünün mezrasında dolaşırken ya da bir gerilla olarak umut taşırken düşledi kendisini. Ve bu düşler çocukluğuna taşıdı yolculuğu.
Soğuk bir kış akşamı çalan kapılarını açtığında karşısında gördüğü iki yabancıyı tanımaya çalıştı. İlk defa gördüğü bu insanlar her gelişlerinde okuduğu okulda aşılanmaya çalışılan bireyci-bencil kişiliğin tersine paylaşımı ve sevgiyi-dürüstlüğü anlatıyorlardı. Son gelişlerinde bir öykü anlatmıştı bir tanesi; “Bir kral sarayını çevreleyen çiçekleri kökten temizlemek için seferberlik başlatmış. Ancak dalı koparılan her çiçek daha bir gür ve daha bir güçlü sarmalamaya başlamıştı sarayı. Çiçekler çoğaldıkça kral daha fazla seferberlik ilan etmiş. Ama nafile. Çiçeklerin çoğalıp sarayı çevrelemesini bir türlü engelleyememiş ve sonuçta yenilgiyi kabullenmiş.”
Direnişi ilk kez bu öyküde dinlemişti/duymuştu. Bir sabah televizyonlarda “Amasya Taşova’da bir çatışmada ölü ele geçirilen teröristten” bahsediliyordu. Fotoğrafını gördüğünde tanıdı Özgür Kemal Karabulut’u. Bahar Çiçekleri ve Kral’ı anlatan karşısında duruyordu. Ve devrimcilere olan yakınlaşmasında derin etkiler bırakmıştı Özgür Kemal Karabulut. Devrimcilerle-Partizanlarla içiçe olan bir aile içersinde büyüyordu. Bu durum yaşıyla beraber düşüncelerinin de olgunlaşmasına yardımcı oluyordu. Bu dönemde GB saflarında örgütlenmenin adımlarını atıyordu. Artık örgütlü bir yaşamın gereklilikleri ve sorumluluklarıyla hareket ediyor, verilen her görevi büyük bir istek ve coşkuyla yaşama geçirmeye çalışıyordu.
Bir Eylül sabahı randevusunda yoldaşlarından aldığı bir haber yaşamında derin etkiler bırakan bir izdüşüm oluyordu. 4 Partizan Karadeniz’de Dumanlı Dağlarını kanlarıyla sulamıştı. Bunlardan bir tanesi yakın akrabası olan Bahattin Günel yoldaştı. Ailenin ikinci şehidiydi. Daha önce de Duran Salman kavganın sıcaklığıyla yıkanmıştı. Daha bir sıkı sarılmanın zamanı kavgaya diye düşündü.
Artık verilen her görev kavgayı büyütmenin bir adımıydı onun için. Bir gün yoldaşlarıyla yaptığı randevuda önlerine konan bombalama eylemine kafa yoruyordu yoldaşı ve akrabası olduğu Aşkın ve Sinan’la beraber. Faşist birine ait bir oteli bombalayacaklardı. Otel hem fuhuş yaptıran hem de devrimcilere saldırmasıyla ön plana çıkan bir faşiste aitti. Yaptıkları keşif sonrası eylem planını aktardılar sorumlu yoldaşlarına… Ve eylem gününü netleştirerek ayrıldılar randevudan. Ellerinde bir gün sonra faşistlerin beyninde patlayacak olan “Partizan Öfkesinin” vermiş olduğu coşkuyla eve doğru yol aldılar. Sabah büyük bir heyecan ve sevinçle uyandı kurmuş olduğu alarmın çalmasıyla. Bu alarm aynı zamanda yapacakları eylemi işaret ediyordu. Öğlene doğru uygun bir yerde randevulaştılar Aşkın ve Sinan’la. Sonra Partizan Öfkesini sakladıkları yerden alıp, son bir keşif için otelin çevresinde bir tur attılar. Ve akşam karanlığıyla beraber otelin kapısına doğru yanaştılar. Son bir hamleyle ellerindeki “Öfkeyi” bıraktılar faşistin burnunun dibine. Henüz köşeyi dönmemişlerdi ki büyük bir öfkeyle sarstı her yeri hesap soruculukları.
GB’nin bir militanı olarak umut taşıyordu emekçi halka. Kâh gazete dağıtımında, kâh bir yazılamada… Bir gün basın açıklamasında, bir akşam korsanda… Sonrasında ise İstanbul semt faaliyetinde görev aldı. Pratiğin-kavganın sıcağında kavruluyordu. Bu dönem İstanbul’da yapılan bir operasyonda alınanlardan biriydi. 16 yaşındaydı alındıkları operasyonda. Yaşına bakıldığında küçük bir çocuğu andıran görüntüsüne tezat düşüncelerinin olgunluğuydu onu kavgaya dâhil eden. Gözaltında bir Partizanın yapması gereken tavrı takındı ve düşmana taviz vermedi. Düşman onu bırakmak zorunda kaldı.  Serbest bırakıldıktan sonra da mücadele azminde hiçbir kırılma yaşamadan daha bir sıkı sarıldı görevlerine. Her geçen gün daha ileri bir mücadele içerisinde hızlı adımlarla ilerliyordu.
Artık kavganın en sıcak yerinde gerilla alanında faaliyet yürütme isteği ile dolup taşıyordu yüreği tıpkı Aşkın gibi… Düşünceleri netleşmeye başlamış ve kesin kararını aktarmıştı yoldaşlarına. Nihayet beklediği haber gelmişti yoldaşlarından. Üç kişi birlikte katılacaklardı gerillaya. Kendisi, Aşkın ve Sinan Günel. Sinan birkaç hafta önce gidecekti kendilerinden o da tıpkı Aşkın gibi Nurşen’in örgütlendiği süreçten itibaren birlikte faaliyet yürüttüğü kavga yoldaşı ve akrabasıydı. Bir kez daha kesişti üç Partizanın yüreği kavganın en sıcak arenasında, gerillada…
Evden çıkarken son kez baktı annesine, babasına ve kardeşlerine… İçten bir selamdı onlara sessizce söylediği. Veda etmeyi doğru bulmadı çünkü yüreğinde ve kavgasında var edecekti onları. Sonra korsanlarla kızıllaştırdığı yaşadığı semtin sokaklarını, randevu yerlerini hatırladı. Her randevu yeri kendisinde büyük umutlar ve cüretler yaratıyordu, hele son randevusu düşlerinin gerçekliğini yansıtan bir randevuydu ve yaptığı yolculuğun ilk adımını atmıştı orada.
 Araç ilerledikçe, gözlerini Karadeniz’in gür ormanlarından ayıramıyordu. Birkaç saat sonra artık kendisine mekân olacak bu ormanların içinde, patikaları adımlarken düşündü kendisini. Gerçek olan bir düştü bu ve kuryenin “yaklaşıyoruz son hazırlıklarınızı yapın” uyarısıyla sıyrıldı bu düşten. Araç, ışıklarını söndürmüş, ağır ağır ilerliyordu orman yolunda. Derken kurye yoldaşın “geldik inebilirsiniz” sözleriyle araçtan indiler. İndikleri yerde ormanın içinden kendilerine doğru gelen gerillaları fark ettiklerinde heyecanları daha da artmıştı. Gelenlerle kucaklaştıktan sonra ormanın derinliklerine doğru ilk gerilla yürüyüşünü adımlamaya başladılar. Uzun bir yolculuktan sonra noktaya vardılar. Kendilerini gören gerillaların hepsi şaşkındı. Çünkü gelenler çocuğu andırıyordu. Hele içlerinden bir tanesi vardı ki her zamanki mizacıyla “Ooo burası da çocuk parkına döndü” diyerek ortalığı kahkahalara boğdu. Gerçekten de haklıydı. Çünkü üçü de Siyasi Komiser yoldaşın etrafında adeta bir oyunu andıran hareketlilikleriyle göze batıyorlardı. Mizahıyla ortalığı kasıp kavuran Hasan Akyol ise yaptığı espriyi doğrulayan bu tablo karşısında haklı olmanın gururuyla dolaşıyordu noktada. Ancak çok uzun sürmedi çocuklukları; savaş, onları, pratikte pişirmeye başlamıştı çünkü. İşte böyle başladı Nurşen’in gerilla yaşamı…
Karadeniz’deki gerilla yaşamı boyunca defalarca girdiği pusularda düşmanını yenmeyi başarmıştı. Tıpkı bilincindeki düşmanı her seferinde alt etmeyi başardığı gibi. İnatçılığı onun en büyük özelliğiydi. Birçok pratiğine damgasını vuruyordu inatçılığı, ama hiçbir zaman kavgasını zarar verecek boyuta gelmesine izin vermedi. O, inatçılığını en çok kavgada ısrar ederek yaşama geçirmeyi başardı.
2001 yılının Eylül ayıydı. Telsizden geçen bir düşman konuşması, düşmana olan kinini artırdı. Kavga yeminlerini biledi bir kez daha. Düşman, telsizden Sinan Günel’i öldürdüğü haberini veriyordu büyük bir sevinçle. Bu sevince gözyaşıyla ortak olma niyetinde değildi. Özgür Kemal Karabulut’un annesinin sözleri geldi aklına; “Bizim ağlama damarımız yok, kin ve öfke damarımız var.”
Şimdi tam da düşmana kin ve öfke kusmanın, hesap sormanın zamanıydı. Kavgasını, kavgalarını büyütme zamanıydı. Ve yaşamı boyunca buna bağlı kalarak sürdürdü mücadele yaşamını. Kadıvakfı’nda Sinan Günel, Cihan Fındık ve Mehmet Şahin’in hesabını sormak için yapılan eylem, kavgasına güç katmıştı.
Ordu’ya faaliyete giden birliğin içerisindeydi Münire (Nurşen) yoldaş. Karadeniz’de gerilla faaliyeti yürütmek zordur. Düşmanın kitle üzerinde uyguladığı psikolojik saldırının etkisiyle kitlenin gerillaya yaklaşımında ve sahiplenmesinde belli olumsuzluklar da yaşanıyordu. Ordu’da faaliyet yürüttükleri süreçte bazen kapılar suratlarına kapanabiliyordu. Ama bu hiçbir zaman umutlarını kaybetmelerine neden olmadı. Faaliyet yürüttükleri süreçte Ordu’da bir köyde Ankara Üniversitesinden bir öğretim üyesiyle karşılaşmışlardı. Yoğun bir tartışma yaşamışlardı öğretim üyesiyle. Yaklaşımları ve tavırlarıyla olumlu izler bırakmışlardı üzerinde. Daha sonra gazetelere manşet olmuştu bu faaliyetleri. Bu faaliyet sürecinde mevsimlik Kürt tarım işçileriyle karşılaşmışlardı. İşçilerin sıcak yaklaşımları Münire yoldaşı oldukça etkilemişti. İşçiler, gerillaların kendilerine bir türkü söylemelerini istemiş, daha sonra kendileri de gerillalar için bir türkü söylemişlerdi. Dönem dönem aklına geldikçe bu türküyü söylüyor ve işçileri anımsıyordu. T. Kürdistanı’nı düşünüyordu. Yok sayılan bir halkı, baskılara karşı direnen Kürt halkını, Dersim’i düşünüyordu. Halaya katıyordu Karadeniz halkını, Dersim halkının yanında.
***
Artık Dersim’e doğru yol alıyordu. Karadeniz’de başladığı gerilla yaşamı Dersim’de devam edecekti. Birkaç gün içerisinde Aşkın, Muharrem, Cafer ve diğer yoldaşlarla buluşacaktı. Onlardan kısa bir süre önce gelmişti ilk grup Dersim’e. Bekledikleri süre içerisinde bir direniş destanı daha duydular Dersim topraklarında. Üç yiğit Partizan Aşkın, Muharrem ve Cafer kanlarıyla sulamıştı Dersim topraklarını. Oysa tekrardan görüşmek için ayrılmışlardı kısa bir süre önce. Birlikte adımlayacaklardı dağları, patikaları tıpkı Karadeniz’de olduğu gibi. Yakın bir zamanda mektuplarını almışlardı daha. Dersim halkını anlatıyorlardı Aşkın, Muharrem ve Cafer. O fedakâr, çilekeş Dersim halkını. “Biliyor musunuz; burada Karadeniz’deki gibi önce halka terörist olmadığımızı anlatmaya çalışmıyoruz. Partizancıyız dediğimizde bizi bağırlarına basıyorlar” demişlerdi mektuplarında. Büyük bir sevinçle okumuşlardı mektubu Mehtap Kara ile beraber. Ve tam buluşmaya sayılı günler kala, ölümün o kalleş yüzüyle bir kez daha karşılaşmışlardı… Ama yüreklerini kaptırmadılar bu acıya. Yas tutmayı zafere ertelediler. Her ölümde olduğu gibi yaralarına bir kez daha tuz basıp devraldılar Dersim’de boşalan mevzileri…
İşte yoldaşlarıyla beraber ilk köye giriyorlardı Dersim’de. Emel adını kodlamıştı Dersim dağlarında. Emel Kılıç’ın en büyük hayalini adını yaşatarak hayata geçiriyordu. Girdikleri köylerde Aşkın’ı, Muharrem’i, Cafer’i, onların direnişlerini anlatıyorlardı köylülere. Onlardan kalan görev omuzlarındaydı. Partiyi Dersim halkıyla birleştirme, onları örgütleme hedefiyle giriyorlardı her köye… Bu dönemde alanı tanımak amacıyla MKP’li dostlarıyla birlikte hareket ediyorlardı. O gün de konakladıkları noktadan araziyi gözetlediler gün boyu. Herhangi bir olumsuzluk ve düşman hareketliliğini fark etmediler. Akşam hava kararmaya yakın harekete geçti birlik. Kalabalık bir grupla hareket ediyorlardı.
Arman tepesine yakın bir noktadan geçiyorlardı ki, yoğun silah sesleri geldi. Kendilerini patikanın altına attılar. Emel ve MKP gerillası Dilşad (Özlem Eker) gruptan ayrı düşmüşlerdi. Silah sesleri yoğunlaşarak devam ediyordu. Kendileri de düşmanın konumlandıkları noktaya doğru yoğun atışla karşılık vermeye başladılar. Yoldaşlarının da silah seslerini duyuyorlardı ancak bir türlü bağlantı kuramıyorlardı. Daha iyi bir noktaya çekilmek için harekete geçtikleri bir anda düşman ateşi tekrar yoğunlaşmıştı.
Düşmanın yoğun ateşi sırasında Dilşad bacağından yara almıştı. Deneyimlerinin verdiği avantajla bacağındaki yarayı bağlayıp kanamayı durdurmaya çalıştılar. Ağır değildi yarası. Hareketini zorlasa da düşman çemberinden çıkmayı amaçlıyorlardı. Mevzilendikleri yerden son bir hamle daha yapıp yoldaşlarının çekilebilecekleri hatta doğru yöneldiler. Bu arada Kobra helikopterlerin sesi gelmeye başladı. Adeta kan kusan bir canavar gibi bomba ve kurşunlar yağdırıyordu sağa sola. Bir cehennemi andırıyordu ortalık. Yerleri kendilerini savunmak için uygun değildi. Korunabilecekleri bir yer aradılar. Tam bu esnada ortalarına bir bomba düştü kobradan. Dilşad ikinci bir yara daha almıştı. Artık hareket edemez haldeydi. Emel alandan çıkarmaya çalıştı siperdaşını. Ancak kendisini bırakıp bir an önce yoldaşlarına ulaşmasını istedi Dilşad. Durumu ağırdı. İkinci yarayı da kasığından almıştı. “Ben buradan çıkamayacağım. Sen yoldaşlara ulaş ve selamlarımı ilet onlara… Mücadelemizde başarılar diliyorum. Sen de moralini bozma” dedi Emel’e.
İlk defa karşılaşmıyordu bu durumla. Aşkın’ı ve Cafer Kara’yı hatırladı. Onlar da yoldaşlarından aynı talepte bulunmuşlardı. Kaybedilecek zaman, daha fazla kayıp demekti ve tahammülü yoktur gerillanın yeni kayıplara. Kolay değil bu kararı vermek. Ama duygular mantığın önünde olmamalıydı. Kucaklaştı siper yoldaşları son kez. Aldı selamını Dilşad’dan yoldaşlarına iletmek için. Dilşad’ın sevgi ve umut dolu son sözleri kulağında yankılanarak yoldaşlarına ulaşmak için mevzilendiği yerden çıktı. Akşam karanlığının vermiş olduğu avantajla kendini sağlam araziye atabilmişti. Şafakla beraber yoldaşlarının gidebileceği noktaya doğru harekete geçti. Kısa bir süre sonra artık yanlarındaydı. Tüm gerillaların gözü Dilşad’ı arıyordu. Bakışlarından anladı Emel. Ve sıcak selamlarını iletti onlara Dilşad’ın…
2 Ağustos sabahı Dersim’in bir direnişe daha tanıklık ettiği haberini almışlardı. Mehtap Kara’ydı bu kez kanıyla toprağı sulayan. Birlikte gelmişlerdi Dersim’e. Birbirlerine söyledikleri kavga yeminlerini hatırlardı Aşkın, Cafer ve Muharrem’in ölümsüzleşmesinin ardından. Kavgayı/kavgalarını sürdüreceklerine and içmişlerdi. Bu yemine bağlı kalarak yaşadı ve ölümsüzleşti Mehtap Kara. Şimdi tekrar yineliyordu andını Emel yoldaş. Operasyonun hemen ertesinde geldikleri Kinzir ormanlarının yandığını gördüğünde içindeki yangın daha da büyümüştü Emel’in.
 Her geçen gün Dersim’deki faaliyete olan yabancılıklarını atıyorlardı üzerlerinden. Kitle faaliyetine yoğunlaşmış ve kendi ayakları üzerinde doğrulmaya başlamışlardı. Gittikleri her faaliyet, üzerlerinde büyük etki yaratıyordu. Nasıl yaratmasın ki, köylüler Partizancıları bağrına basıyordu. Gerçekten de savaş köylüleri de olgunlaştırıyordu. Tıpkı Emel’i olgunlaştırdığı gibi. Komutanlık kendi içinde yeniden bir düzenleme yapacaktı. Yeni görevlendirmeler içinde Emel de vardı. Ancak yoldaşlarına bu göreve henüz hazır olmadığını söyleyerek kabul etmemişti. Ancak süreç Emel’in de görev almasını bir zorunluluk olarak dayattığında bu konuda hiçbir tereddüt yaşamadı. Partinin görev insanlarına ihtiyacı vardı ve bu süreci göğüsleyeceklerden bir tanesi de Emel’di. Parti 8. Konferansını yapmış ve savaşı geliştirme noktasında aldığı kararlara uygun olarak gerilla alanında da bir sürecin adımlarını atmaya çalışıyordu. İşte bu süreçte bölge komutanı olarak çok zor bir görevi üstlenmişti. Parti tarihinde ilk kez bir kadın yoldaş,  Emel şahsında bölge komutanlığı görevini almıştı. Egemenler cephesinden kadına biçilen edilgenliğe tezat, savaşın önemli bir yükünü omuzlayacaktı. Ve şehit düştüğü ana kadar da görevini layıkıyla yerine getirmek için büyük bir özveri ve çaba içerisinde oldu.
Yürütmüş oldukları kitle faaliyetinin yanında askeri eylem yapma hedefi de vardı önlerinde. Faaliyet yürüttükleri alanda fuhuş ve uyuşturucuyu yaymaya çalışan Peyik (Çağlarca) Karakolu’na yönelik bir saldırı eylemi gerçekleştireceklerdi. İlk olarak bir keşif faaliyeti görevi vardı önlerinde. Munzur (Ferdi Karacan)’la birlikte yapacaklardı karakolun keşfini. Keşif alanına vardıklarında gizliliğe dikkat etmeye çalışıyorlardı. Ancak verdikleri bazı açıklardan kaynaklı düşman keşif faaliyetlerini deşifre etmişti. Geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Ancak eylemi yapmaktan geri durmadılar. Birkaç gün sonra yeni bir keşfin ardından, artık bir eylem planı çıkarmışlardı. Eylemin komutanlığını Emel yapacaktı. Grup eylem alanına vardığında karakola hakim bir tepeye yerleştiler. İlk mermileri Emel gönderecekti karakola. Ve eylem anı geldiğinde bastı Emel tetiğe, ardından diğer yoldaşları da hesap soruculuk bilinciyle eşlik ettiler yoldaşlarına. Eylemin başarısının vermiş olduğu coşkuyla geri çekilmeyi de başarıyla yapmışlardı. Arkalarına baktıklarında karakol korkudan çevresini rastgele tarıyordu. Bu durum daha bir coşkulandırdı onları. Bu Emel’in komutan olarak yönettiği ilk eylemdi. Ve her pratikte olduğu gibi bu da gelişiminde olumlu etkiler yaratmış, kendine olan güvenini artırmıştı. Savaşın içerisinde gelişiyor, yoldaşlarını da geliştiriyordu.
Dersim’de atılan her adımda büyük emeği olan Partizanlardan biriydi Emel. Yeni katılan her yoldaş coşkusunu artırıyor, geleceğe dair daha büyük hedefleri somutlaştırmasında etkili oluyordu. 2010 yılı da bu anlamda yeni katılımlarla daha da güçlendikleri bir yıl olmuştu. Yine sonbahar gelmiş ve kış hazırlıklarına başlamışlardı. Bu yıl attıkları olumlu adımların ardından kamp faaliyetini de aynı verimlilikle ele almaya çalışmışlardı. Yaptıkları kamp yerinin güvenliğini son bir kez daha gözden geçirdikten sonra kamp faaliyetine başlamışlardı.
Parti ve devrim şehitleri anma haftası vesilesiyle yapılan etkinliğin hemen ertesiydi. 2 Şubat sabahı, şafak vaktiydi. Kamp içinde patlamayı andıran bir ses yankılandı. Ses kadın yoldaşların mangasından gelmişti. Bütün gerillalar yataklarından ayaklanmış ve sesin geldiği yere doğru yönelmişlerdi. Kadın yoldaşların mangasının çatısının çökmüş olduğunu gördüler. Yoğun bir kar yağışı vardı. Zemherinin ayazına inat, ölümün sıcaklığını hissediyorlardı attıkları her toprak parçasında. Zaman ilerliyor ve umutlar artık yavaş yavaş tükeniyordu. 5 kadın Partizan göçük altında, dışarıda ise yoldaşları onlara ulaşmaya çalışıyordu. Ve ilk olarak Emel’e ulaşmışlardı. Cansız bedenine dokunduklarında ölüme bir kez daha kin duydular. Sonra sırasıyla, Derya Aras (Sevda), Gülizar Özkan (Özlem), Fatma Acar (Dilek) ve Sefagül Kesgin (Eylem)’in cansız bedenlerini çıkardılar göçük altından. Ve son kez önlerinde saygı duruşunda bulunarak onlara kavga yeminlerini ettiler.  
Hepsinin aklında henüz iki gün önce Emel’in TKP/ML TİKKO Bölge Komutanlığı adına yaptığı konuşma vardı. “…Yoldaşlarımız, insanın insana kulluğunu yok etmek için, yaşamı yaşanılır ve anlamlı kılmak için mücadele ettiler ve savaştılar. Tarihimize ve geleneğimize uygun, kendilerinden öncekiler gibi ideallerimiz uğruna şehit oldular. Onların yaşamları da gerçekleştirmek istedikleri gibi anlamlıydı. Şehit oluşlarıyla, söz ve eylem birliğini pratikleriyle bize gösterdiler. Şehitlerimizin yaşamlarını örnek almalıyız, yaşamlarından öğrenmesini bilmeliyiz, öğrenmeliyiz. Her bir şehit yoldaşımızın örnek alınması gereken yığınlarca özelliği, pratiği vardır. Kiminin hapishanedeki duruşundan, kiminin işkencehanelerdeki duruşundan, kiminin militanlığından, kiminin savaşçılığından, kiminin komutanlığından, kiminin önderliğinden, kiminin mütevaziliğinden en önemlisi de hepsinde ortak olan yoldaşlarına, halka, devrime ve partiye bağlılıklarından öğrenmeliyiz.
Onlar gibi dava insanı olabilmek hepimizin başarması gerekendir. Her şeye rağmen sınıf mücadelesindeki duruşumuzdan taviz vermeden savaşımızı yükseltmek ve zafere ulaşmaktır.
Onların bizden beklediği görevler bellidir; halk savaşımızı, gerilla savaşımızı büyütmek, geliştirmek, düşmana kalıcı darbeler indirerek zaferimizin teminatını sağlamak.
Onları anmak, onları yaşamak, onlara layık olmak; andaki görevlerimize sıkı sıkıya sarılarak güçlü, yılmaz, yıkılmaz bir savaş örgütü yaratmaktır.”
(Dersim’den bir yoldaşı)

Bir baba, üç çocuk ve dört hayat

Bir baba ve üç çocuğu… Dördü de Kürdistan dağlarında hayatlarını Kürt Özgürlük Hareketi’ne adamış. Türk kökenli olan Tolhıldan kod isimli baba, Şubat ayında tutuklu bulunduğu Suriye cezaevlerinde gördüğü işkence sonucu öldürülmüş. Biri kız, üç çocuğu ise halen dağlarda özgürlük mücadelesini yürütüyor. Birbirlerinden ayrı yerlerde gerilla içerisinde yer alan kardeşlerden en küçüğü Bermal Dünya, ailesinin öyküsünü anlatırken, “Babamın şahadeti her şehit olan yoldaşlarımın şahadetleri gibi beni çok derinden etkiledi” diyor.




ELİL ZİLAN – ANF
BEHDİNAN - Bir baba ve üç çocuğu… Dördü de Kürdistan dağlarında hayatlarını Kürt Özgürlük Hareketi’ne adamış. Türk kökenli olan Tolhıldan kod isimli baba, Şubat ayında tutuklu bulunduğu Suriye cezaevlerinde gördüğü işkence sonucu öldürülmüş. Biri kız, üç çocuğu ise halen dağlarda özgürlük mücadelesini yürütüyor. Birbirlerinden ayrı yerlerde gerilla içerisinde yer alan kardeşlerden en küçüğü Bermal Dünya, ailesinin öyküsünü anlatırken, “Babamın şahadeti her şehit olan yoldaşlarımın şahadetleri gibi beni çok derinden etkiledi” diyor.


Bermal Dünya’nın baba tarafı 1960’larda Ankara’dan, anne tarafı ise Antep’ten Güney Batı Kürdistan’ın Afrin kentine göç etmiş. Babasının Türk, annesinin ise Kürt olduğunu söyleyen Bermal, “Geçmişte bazı sorunlar yaşanmış olsa da, her iki halkın bin yıllardan gelen birlikteliği var. Bunun en bariz örneği ise annem ve babamın evliliğidir” diyor.


AGİT’TEN ETKİLENDİ


Bermal, sohbetimizde ailesinin öyküsünü anlatıyor. Babası 1979–1980’lere kadar Suriye ordusunun fedai birliklerinde yer almış. 1980’de ise Suriye ve Lübnan sınırında PKK ile tanışmış. Babasının PKK’nın öncü komutanlarından Agit’ten (Mahsum Korkmaz) çok etkilendiğini söyleyen Bermal, “Babam o zaman gerillaların bir milisi olarak çalışmaya başlıyor. Daha sonra ablam da babamla birlikte çalışmalara katıldı. O da uzun süre çalışmalarda kaldı” diyor.


CHP’Lİ AMCALAR


1993 yılında Suriye’de tutuklanan babası kısa bir süre sonra zindandan çıkmış. Artık PKK’nin aktif bir kadrosu olarak çalışmaya başlayan babası ile amcalarının ilişkilerinin bozulduğunu anlatan Bermal, “Evleri Anakara’da olan CHP’li amcalarım, ‘devlete karşı başkaldıran bir örgüte nasıl çalışırsınız’ diye sürekli babama ve ablama baskı uyguluyorlardı. Zaten daha sonra ablam çalışmaları bırakmak zorunda kaldı ve amcalarımızla ilişkimiz tamamıyla koptu’’ dedi.


“BABAMIN SAYESİNDE PKK’YE SEMPATİ DUYDUM”


Bermal ise 1997 yılında PKK’ye katılmış. “Babam PKK’li olduktan sonra ben de babamın sayesinde PKK’ye sempati duymaya başladım. Çünkü babam çok farklı bir insandı. Çocuklarına karşı olan nezaketliği ve demokratlığı etkileyici oluyordu. Bu yaşam tarzını PKK’de öğrenmişti. Babamın bu yaklaşımları PKK’yle tanışmamı hızlandırdı” diyen Bermal, şunları anlatıyor:


“1997 yılında 12 yaşındayken PKK’ye katılmak istedim. Ama yaşım küçük olduğu için Önderlik sahasında kaldım. Ancak ben gerilla alanlarına gitmek için dayatıyordum. Çünkü babam küçüklüğümüzden beri bize gerillayı anlatıyordu. Bu da içimde bir özlem gibi kalmıştı. Gidip gerillanın yaşadığı bütün dağları görmeliyim diyordum. En son 1998’de gerilla alanlarına gelmeyi başardım.”


14 yıldır Kürdistan dağlarında mücadele ettiğini anlatan Bermal, Kürt Özgürlük Hareketi içinde bir kadının nasıl özgürce yaşaması gerektiğini bilince çıkardığını da sözlerine ekliyor.


KARDEŞLER AYRI BÖLGELERDE


Bermal gerillaya katıldıktan sonra 2004 ve 2007 tarihlerinde iki erkek kardeşi daha gerillaya katılıyor. Erkek kardeşlerinden Haki isimli olan Garzan’da, Xeyri ise Zagros’ta. Gerillaya katıldıklarından beri onları görmediğini söyleyen Bermal, “Bizin için önemli olan amaç ve mücadele birliğidir. Fiziksel olarak birbirimizi görmesek de, özgürlük için ruhumuz birdir” diyor.


BABALARINI SURİYE KATLETMİŞ


Bermal, 2005’te Suriye devleti tarafından tutuklanan ve 6 Şubat 2011’de cezaevinde katledilen Tolhıldan kod adlı babasının ölümünü ise şu duygularla ifade ediyor:


“Babamın şahadeti her şehit olan yoldaşlarımın şahadetleri gibi beni çok derinden etkiledi. PKK’den öğrendiğimiz en önemli şey ise her ne olursa olsun yılmadan özgürlük çıtasını yükseltmeyi esas almaktır. Özgürlüğe olan inancımızla er ya da geç mücadelemiz zaferle sonuçlanacaktır. Çünkü ‘PKK şehitleri ölümsüzdür’ sözü öylesine kullanılan bir söz değildir. Her şehidin anısına bağlı ve mücadelesini yürütecek birileri hep olmuştur.’’


ANF NEWS AGENCY

Kızıl-Rubarist Kuruluş Bildirgesi

Kızıl-Rubarist Kuruluş Bildirgesi
KIZIL-RUBARİST Merkezi  Yayını * Ağostos 2011 * ÜCRETSİZDİR
Merhaba;


Kızıl-Rubarist ;DÜŞLERİ GERÇEĞE DÖNÜŞTÜRMEK İÇİN:BÜTÜN KIZILLAR BİRLEŞİN ! Şiarıyla kitlelere yönelik süresiz bir yayındır, ihtiyaç üzerine çıkarılıyor.
Bildirgenin yayın amacı, kitleler içindeki siyasi çalışmayı güçlendirmek,gerillalarının eğitimini destekleyerek savaşkan bir ordu haline gelmesine katkıda bulunmak, devrimin sorunlarını işleyerek kitleleri halk savaşı konusunda bilgilendirmek, silahlı halk kitlelerinin mücadelelerini propaganda etmek ve kitlelerin silahlı başkaldırısını örgütleme çalışmasına yardımcı olmaktır.
Bildirge, Kızıl-Rubarist'in merkezi bir yayını olmakla birlikte,savaşçıların ürünnlerini de değerlendirecek ve onların bu alanda yetişmesine yardımcı olacaktır.
Bildirgen'in nitelikli olması kollektif çabaya bağlıdır. Bu anlamda kitledeki her partili ile örgütlü sempatizan, her gerilla komutanı ile savaşçı, yazı, bilgi, fotograf ve her türlü belgeyle yayınlar'ın çıkarılmasına ve daha nitelikli olmasına yardımcı olmalıdır.

Tekrar Buluşmak Ümidiyle...




KIZIL RUBARİST NEDİR?


-Merhaba dostlar ve yoldaşlar.Rubarizm;Hiçbir ideolojik hareketi ve oluşumları ayırmaksızın sadece KIZIL'lıga adanmış tüm devrimci oluşumları özengisi olarak kabuletmektedir.Bütün devrimci tavır ve tutumların ortak paylarına oturtulmuş kolektif bir yapıdır.


Rubarizm Nerden Gelmektedir?


-Rubarizm:Adım olan Rubar'dan  gelmektedir.isim kürtçedir,anlamı ''akıcı su'' demektir.


Neden Kendi adınız olarak yaptınız?


İsimlere veya buna çok takılmayalım.Ahmetizm'de olabilirdi...


Kızıl-Rubaristin Hedefleri?


-Hareketimiz:Tüm kızılları çatımız altında hareket etmeye çağırıyor fakat sadece kendi çatısı degildir bu çağrı.Birleşik Türkiye ve Kürdistan kızıl hareketlerin birleşik mücadelesi niyahi bir hedefidir.Kendi çatısı altında çağrı yapması sadece buna zemindir.


Harekete dair...


-Daha yeni oluşan hereketimiz kitlelerde buluşması biraz zaman alacaktır fakat ben şuna inanıyorum ki vahşi kapitalizmin günden güne;halkların bilincine değen örz ve çekicin ruhuyla titremektedir.Bizde halkalrımızn kurtuluşlarına kızl bayraklarımızla var olmaya çalışacağız.




* Kızıl-Rubarizmin Kizil Bayragini Yükselt!







KİTLELERE ÇAĞRI:Devrimci İç Yaşamın Örgütlenmesi

*Devrimci İç Yaşamın Örgütlenmesi 


Sermaye iktidarının yıkılması için mücadele eden komünist militanlar olarak yaşamımızı örgütlü mücadelenin gereklerine ve gereksinimlerine göre şekillendirmek zorundayız. Devrimci komünist kimliğimiz, bir bütün halinde, proleter yaşam tarzı olarak somutta karşılığını bulmalıdır. Yaşamını bütünüyle devrimci tarzda örgütlemeyen, devrimci düşünmeyen, devrimci kültür ve ahlakı kişiliğinde içselleştirmeyen biri, burjuvazinin bataklığında çürüme ve yozlaşmaya mahkumdur. Yaşamı devrimci tarzda bütünüyle örgütlemenin önemi de buradadır zeten.


Burjuvazinin ideolojik saldırısının yansımalarını, günlük yaşamın akışı içerisinde yaşamın her alanında rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Burjuvazi sunduğu yaşam tarzıyla tüm toplumu zehirlemeye, ideolojisiyle beyinleri teslim almaya çalışır. Bencilliği, bireyciliği aşılayarak, insani değerler ve insanca güzellikler adına var olan her şeyi çirkinleştirir, yozlaştırır, çürütür. Daha çok kâr etme hırsıyla her türlü araç ve yöntemi kullanarak, yaşamı tümüyle köleleştirir.


Komünist, burjuvaziye karşı savaşım içerisinde proletaryanın biricik ideolojisi olan bilimsel sosyalist ideolojinin savunucusu, Marksizmin-Leninizmin temsilcisi olarak çıkar çürüyen düzenin karşısına. Kapitalizmde iki farklı sınıf ve iki farklı ideoloji, uzlaşmaz bir savaşım halindedir. Ve biz devrimci komünistler bu savaşta proletaryanın kızıl bayrağını ellerimizde dalgalandırıyorsak, devrimci bir proleter gibi savaşmasını da bilmeliyiz.


Küçük Burjuva Alışkanlıklar Devrimci İç Yaşamla Bağdaşmaz


Devrimci komünist militanların yaşamında burjuvazinin yaşam biçiminin, düşüncesinin, kültürünün, anlayışının, alışkanlıklarının, ahlakının asla yeri olamaz. Burjuva düzenin tüm toplumu zehirleyen, kuşatan yaşam tarzı, kimi zaman devrimcileri de etkisi altına alabilmektedir. Küçük-burjuva dürtü ve özlemlerimiz, alışkanlıklarımız, hayallerimiz kimi yerlerde mücadelemizi tehdit edebiliyor. Yaşantımızı küçük-burjuva alışkanlıklar şekillendirebiliyor. Partili yaşam tarzına uygun bir devrimci iç yaşam örgütleyemediğimiz zaman, küçük-burjuva yaşam tarzının bir düşman gibi içimize sızmasına kapı aralamış oluyoruz.


Bizim en büyük düşmanımız içimizdeki küçük-burjuvadır. Ona karşı amansız mücadele etmeliyiz. “İnsanların en büyük savaşı, kendi özlemleri ve tutkularına karşı olan savaşımıdır.” (Marks). Küçük-burjuvazinin içimize sızmasını, bizi kuşatmasını, devrimci iç yaşantıyı her yönüyle oturttuğumuzda, ona karşı savaşmayı bildiğimizde engelleyebiliriz. Küçük-burjuva yaşam, sınıf düşmanımızın, yani burjuvazinin proletaryayı kuşatan ideolojisinden, kültüründen, düşüncesinden, ahlakından beslenir. Devrimci partinin kültürü, ahlakı, düşüncesi ve yaşam tarzıyla asla bağdaşmaz.


Günlük Devrimci İç Yaşamın Örgütlenmesi


Devrimci bir iç yaşantı, ilkeli ve disiplinli bir şekilde uyarlanırsa, burjuva ve küçük-burjuva dünyaya ait olan tüm özellikleri öldürür. Partimize akış sadece proleter saflardan olmamaktadır. Küçük-burjuva ve aydınlardan parti saflarımıza akış da sözkonusudur. Kadrolarımız henüz çoğunlukla küçük-burjuva kökenlidir. Onlar geldikleri sınıfın alışkanlıklarını, yaşam tarzını, kültürünü, tüm zaaflarını üzerlerinde şu veya bu ölçüde taşıyarak gelirler saflarımıza. İşte tam da bu noktada, küçük-burjuva özelliklerden arınmanın ve devrimci iç yaşantının oturtulmasının önemi çıkar ortaya.


Proleter yaşam tarzının içselleştirilerek günlük yaşamda pratiğe somutlanması ilkeli, kurallı, disiplinli bir örgütsel yaşamın özümsenmesiyle mümkündür. Günümüzün 24 saatini mücadelenin ihtiyaçlarına ve çıkarlarına göre düzenlemek, zamanımızı verimli ve planlı kullanmak zorundayız. 


Yüklendiğimiz sorumlulukların bilinciyle kullanılan zaman, yaşamımızı disiplinli bir şekilde örgütlememize, günümüzün verimli geçmesine yardımcı olacaktır. Genellikle zamanımızın büyük bir kısmını dışarıda kitlelerle, sınıfla içiçe geçiriyoruz. Kimimiz fabrikada bir işçi, kimimiz okulda öğrenci, kimimiz emekçi, kimimiz de deçişik yerlerde çalışıyoruz. Sonuçta nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım, her alanda ve her yerde biz bu sınıfın bir parçası ve öncüsüyüz. Yaşamımızı sınıfla bütünleştirerek, bir disiplin ve düzen içerisinde sürdürmeliyiz. Düşman karşısında harcayacağımız fazladan bir zamanımız yoktur. Bu yüzden iş yaşamı dışında kalan zamanımızı da, özellikle de evde, en verimli şekilde kullanmalıyız. Yoldaşlarımızla ilişkilerimizden evin günlük kullanımına, komşularımız ve çevremizle ilişkilerimize kadar yaşamı devrimci tarzda örgütlemeliyiz.


Ev Yaşantımız ve Komşuluk İlişkilerimiz


Evlerimizin kullanılması bizim için daha ayrı bir önem taşımaktadır. Gerek çevre ve komşuluk ilişkileri açısından, gereke evdeki günlük yaşantımız açısından bu böyle olmalıdır. Birlikte kalan yoldaşlarımız kollektif bir bilinçle, zamanı verimli ve planlı kullanabilmeliler. Günlük işleri birlikte örgütlemeli, okuma, araştırma, yazma, tartışma gibi konuları ortak bir eğitim çalışmasıyla düzenli bir şekilde sürdürmenin olanağını yaratabilmeliler. (Akşamları dışarıdaki işlere koşturma, yoğun olma gibi durumlarda ortak eğitim düzenli gitmeyebilir, aksayabilir, bu önemli değildir.) 


Evin düzenli ve temiz tutulması için yapılması gereken günlük işler sürekli birinin üzerine yıkılarak değil, fakat kesin bir tutumla ortaklaşa yapılmalıdır. Herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli, ertelemeci bir mantığa bürünmemelidir. Devrimci proleter bir kimlik, ev yaşantısının günlük akışında da yansımasını bulmalıdır. Mahallemizde komşularımızla ilişkilerimizde de bu böyledir.


Kapitalizm aile arası bağları, ev yaşantısını yozlaştırmış ve çürütmüştür. Vahşi yüzü sadece fabrikalarda değildir. O, işçilerin tüm yaşam alanlarına girmiştir. Bu yüzden de biz fabrikamız dışında, özellikle mahallemizde işçileri, emekçileri kendi özgül sorunları üzerinden kuşatmalı, onlarla bire bir sıcak ilişkiler kurmalıyız. Onlarla sendikalarda, fabrikalarda, derneklerde buluşmak dışında bir komşu olarak evlerine gidebilmeli, yani komşuluk ilişkilerini geliştirebilmeliyiz. Bu bize hem geniş bir ilişkiler ağı sunacak, hem de devrimciler hakkındaki önyargıların kırılmasını sağlayacaktır. Onlarla bu yolla da kaynaşıp bütünleşeceğiz.


Sınıfa dönük fabrika çalışmasının bir ayağını da mahallemizde atabilmeliyiz. Buna göre mahallede konumlanırız, buna göre evimizi düzenleriz ve ilişkilerimizi buna uygun geliştiririz. Bugün biz çevremizde oturan insanlarla ilişki kuramıyorsak, onların yaşamlarına giremiyorsak (çok özel durumlardan dolayı geri durma olabilir) bu bizim sosyalleşememe gibi bir sorunumuz olduğunun bir göstergedir. Oysa bizim insanları sosyalleştirme gibi bir hedefimiz de var. Zamansızlık, örgütsel güvenliği sağlama vb., buna asla bahana olmamalıdır. Her parti militanımız çevresindeki insanın, komşusunun günlük yaşamının bir parçası olmalı, burjuva düzenin teşhirini onlarla sıcak bağlar iğerisinde yapmalıdır. Onlar bizim yaşam tarzımızı, kültürümüzü, ev ve aile yaşantımızı, paylaşımımızı gördükçe, bize daha yakın olacaklar ve kapılarını sonlarına kadar açmakta tereddüt etmeyeceklerdir. Proleter bir devrimci iç yaşamın kişiliğimizde ve davranışlarımızda somutlanması, günlük yaşamımıza şekil vermesinin önemi burada yatmaktadır.


Biz partili komünist militanlar, ancak emekçi kitleler içerisinde eriyerek, onlarla bütünleşerek, onlardan öğrenerek ve onlara öğreterek; yani bir proleter gibi yaşayarak devrimci yaşam tarzını oturtabiliriz. Burada küçük-burjuva yaşam tarzı yaşama şansı bulamaz. Proleter devrimci iç yaşam; burjuva yaşam tarzının dünyamıza girmesine, onun yeşerip boy vermesine izin vermez. Bu yaşam, küçük-burjuva yaşam tarzını kökünden kazıyarak, onun duygularını, düşüncelerini, dünyasını yok eder.


Devrimci Komünist Ahlak ve Yoldaşlık İlişkileri


Küçük-burjuva anlayışlar ve değerler devrimci düşünceleri, devrimci ahlakı yozlaştırır, kirletir, çürütür ve partili kimliğe yakışmayan davranışlarda bulunan kadrolar yaratır. Burjuvazinin yozlaşmış ahlakına karşı devrimci ahlak, komünistlerin mücadelesiyle örtüşen bir yaşam biçiminin oluşturulmasında yol gösterici olur, mücadeleye yön verir.


Devrimci ahlak; parti içerisinde yoldaşlık ilişkilerine de yön vererek kollektivizmi geliştirir, kolektif bilinci hakim kılar. Devrimci ahlak; kollektifin yoldaşça sevgi, yoldaşça denetim, yoldaşça paylaşım, yoldaşça eleştiri-özeleştiri, yoldaşça güven üzerine oturmasını sağlar. Yoldaşlar ve parti arasında açıklığı getirir. 


Parti İçi Aleniyet


Partimiz, işçi sınıfına ve emekçilere karşı sorumlu olduğundan onlardan hiçbir şeyi gizlemez. Yaptıklarının ve yapamadıklarının hesabını tüm kitlelere ve kadrolara verir. Bu devrimci komünist ahlakın bir gereğidir. Devrimci olmanın üzerimize yüklediği bir sorumluluktur. 


Biz sınıfımıza, kitlelere ve yoldaşlarımıza açık olmayı, ilkesel bir davranış ve işleyiş haline getirerek, bu kültürü saflarımızda yaygınlaştırmalıyız. Eksikliklerimizi, hatalarımız, zayıflıklarımızı, zaaflarımızı ortaya çıkarıp tartışmaktan, bunları açıklamaktan, yanlışların hesabını vermekten hiçbir zaman kaçmamalı ve çekinmemeliyiz. Zaten bu zamana kadar hiç kaçmadık ve çekinmedik. 


Parti içi aleniyet karşılıklı olduğunda, gerçekten anlam kazanır ve amacına ulaşır. İşte o zaman hem karşılıklı güven ve denetim, hem de her türlü paylaşım ve kollektif bilincin oturması sağlanır. Partimize ve yoldaşlarımıza açık olmak, kollektifin başarılı ve güçlü çalışma yürütmesinin garantisi ve güvencesidir. 


Yoldaşlık Sevgisi 


Yoldaşlarımıza olan sevgimiz, kavgamızın içerisinde anlam kazanır ve derinleşir. Biz büyük bir aileyiz. Bu yoldaşlık ailesinin harcı, paylaşılan sevgiler ve harcanan emeklerle karılmıştır. İnsanlığın kurtuluşu için, eşitlikler ve özgürlükler dünyası için mücadele ediyoruz. Sevginin yozlaştırıldığı, parayla alınıp satılarak çirkinleştirildiği, sevgi adına sevgisizliklerin üretildiği bir düzende, biz gücümüzü inancımıza olan sevgimizden alıyoruz.


Partimize, yoldaşlarımıza ve insanlığa duyduğumuz sevgi, bizi kavgamızda daha da çelikleştiriyor. Bu sevgi, tersinden, düşmanımıza duyduğumuz öfkeyi daha da keskinleştiriyor. Yüreğimiz sevgi yüklü olmasaydı, yaşamı köleleştirilmiş, ezilen ve sömürülen milyonlarca insan açlıktan, sefaletten ölürken ya da katliamlarla yok edilirken, bu yaşananların acısını hissetmezdik. 


Yüreğimiz sevgi yüklü olmasaydı, bu kavgada ağır bedeller ödemezdik. Yoldaşlarımıza gelen kurşuna kendimizi siper etmezdik. Ölürken son sözümüz, “Yoldaşlar, sizi çok seviyorum!” olmazdı. Yoldaşlık sevgisi belki bir noktada kurşunları paylaşmaktır, özveridir.


Yoldaşlık sevgisinin tükendiği yerde bencillik, bireycilik, inançta zayıflama başlar. Yoldaşlık sevgisi, partiyi büyütmenin ve çoğalmanın da güvencesidir. Sevgilerin en büyüğüdür.


Yoldaşça Paylaşım


Komünistlerin bireysel, özel yaşamları yoktur. Dolayısıyla paylaşılmayacak hiçbir şeyleri yoktur. Biz kavgamızı paylaşıyoruz. Acımızı, mutluluğumuzu, ekmeçimizi, inancımızı, sevgimizi, umutlarımızı, umutsuzluklarımızı paylaşıyoruz. Emeğimizi ve yüreğimizi paylaşıyoruz. Gözbebeğimiz gibi koruyacağımız partimizde, beynimizi ve bilincimizi paylaşıyoruz.


Yoldaşlarımızla paylaşımımız bu temeller üzerine oturmalıdır. En üst noktada paylaşılmalıdır herşey. Paylaşmak, çoğalmak, üretmek, sorunları çözmek ve güçlenmektir. Yoldaşlarımızla paylaştıkça gelişiriz. Paylaştıkça kararsızlıklarımız yok olur, eksiklerimiz giderilir, güçlükler ve zorluklar aşılır. Paylaştıkça arınırız ve güçleniriz. 


Yoldaşça paylaşım, partimizin ilke ve kurallarına göre, örgütlü devrimci yaşamın gereksinim ve gereklerine göre şekillenmelidir. Karşılıklı paylaşım, güçlü bir kollektifin başarıyla hedefine ulaşmasını sağlar.


Yoldaşça Eleştiri-Özeleştiri


Yoldaşımıza yaptığımız eleştiri yıkıcı değil yapıcı olmalıdır. Onların yanlışlarını, zaaflarını görüyorsak eleştirmekten çekinmemeliyiz. Alınır mı, gücendirir miyim diyerek kaygıya kapılmadan, yerinde ve zamanında eleştirmeyi bir kollektif bilinç haline getirmeliyiz. 


Eleştiri devrimci ve devrimcileştirici bir silahtır. Bu silahı kime karşı, ne zaman ve nerede kullandığımız bizim için çok önemlidir. Eğer partili yoldaşlarımıza karşı kullanıyorsak, onu çok iyi, özenli ve dikkatli, devrimcileştirici amaca uygun bir biçimde kullanmasını bilmeliyiz. Eleştiri üslubumuza özellikle dikkat etmeli, yoldaşımızı incitmekten ve yoldaşça ilişkilerimizi zedelemekten kaçınmalıyız. 


Eleştirilerimiz yoldaşımızın hatasını düzeltmesinde, eksiklerini tamamlamasında, kendini aşmasında bir kaldıraç işlevi görebilmelidir. Eleştiri, devrimcileştirmeli ve bu temelde ilerletebilmelidir. Özeleştiriyi ise bir savunma ya da günah çıkarma aracı olarak kullanmamalıyız. Bu ondan hiçbir şey anlamak, özeleştirinin devrimci amacını ve işlevini gözden kaçırmak olur. Özeleştiri; parti önünde yanlışlarımızı, eksiklerimizi ve zaaflarımızı açıklıkla ve yüreklilikle ortaya koymak, tahlil etmek, bundan sonuçlar çıkarmak ve bu temelde kendimizi yenileyip aşmak iradesi ve çabası olmalıdır, bu işlevi görmeli, buna hizmet etmelidir. 


Yoldaşça Güven ve Denetim


Sağlıklı bir yoldaşlık ilişkisinin temeli, aynı zamanda karşılıklı güven ve denetimdir. Kollektifin başarılı bir şekilde yürümesi, yoldaşların birbirini denetlemesi ve sağlıklı bir denetim mekanizmasının işleyişiyle sağlanır. Yoldaşça denetim hataların yapılmasının önüne geçtiği gibi, gevşeklik ve ataletin de önünü alır, hataları ve zaafları zamanında görmeyi ve devrimci müdahaleyle gidermeyi sağlar.


Denetim, parti ve organ içi disiplinin oturmasının, ilişkilere ve kurallara sınıfın ve partimizin çıkarları doğrultusunda bağlı kalınmasının önkoşuludur. Yoldaşlarımızı denetlememiz asla onlara güvenmememiz anlamına gelmemelidir. Biz yoldaşımıza güveniriz, ancak aramızdaki karşılıklı denetimle adımlarımızı daha sağlam ve daha emin atarız. Lenin’in ünlü sözüdür: “Güven iyidir, denetim daha da iyidir.”


Yoldaşça güven, karşılıklı denetim ve disiplin üzerine oturmalıdır. Güven adına hiçbir zaman partimizin ilkelerinden ödün veremeyiz, zaaf ifade edecek türden bir esneklik gösteremeyiz. Yoldaşça güven, karşılıklı denetim, sevgi, paylaşım ve eleştiri üzerine oturursa anlam kazanır, bunu unutamayız.

*KIZIL-RUBARİST MİLİTAN ÇİZGİSİ

Kızıl-Rubarist Halk Kurtuluş Ordu Bülteni

Kızıl-Rubarist Halk Kurtuluş Ordu Bülteni
KIZIL-RHK- Merkezi Ordu Yayını * Ağostos 2011 * Sayı: 1  * ÜCRETSİZDİR









Sunuş;

Merhaba!
Bülten Rubarist Halk Kurtuluş Ordusu kitlelere yönelik süresiz bir yayındır, ihtiyaç üzerine çıkarılıyor.
Bültenin yayın amacı, ordu içindeki siyasi çalışmayı güçlendirmek, rubarist halk kurtuluş ordusu gerillalarının eğitimini destekleyerek kültürlü bir ordu haline gelmesine katkıda bulunmak, devrimin sorunlarını işleyerek kitleleri halk savaşı konusunda bilgilendirmek, silahlı halk kitlelerinin mücadelelerini propaganda etmek ve kitlelerin silahlı başkaldırısını örgütleme çalışmasına yardımcı olmaktır.
Bülten, partinin merkezi bir yayını olmakla birlikte, ordu üyesi partililerin, komutanların ve savaşçıların ürünnlerini de değerlendirecek ve onların bu alanda yetişmesine yardımcı olacaktır.
Bülten'in nitelikli olması kollektif çabaya bağlıdır. Bu anlamda ordudaki her partili ile örgütlü sempatizan, her gerilla komutanı ile savaşçı, yazı, bilgi, fotograf ve her türlü belgeyle Bülten'in çıkarılmasına ve daha nitelikli olmasına yardımcı olmalıdır. Ordu içindeki parti komiteleri, bu konuda özel görevlendirmeler yapmalıdır.
Kayıplarımızın azalması, acılarımızın örgütlü güce ve sevince dönüşmesi ümidiyle...



GERİLLA GERÇEĞİNİ DOĞRU ANLAMA
Halk savaşı gerilla savaşıyla başlar. Gerilla savaşı, gerillala birliklerinden oluşan düzensiz birlikler tarafından yürütülür. Bu birliklerin temel yapıtaşı gerilladır. Gerillayı doğru şekillendirmek ve güçlendirmek düzenli birliklere varmak için zorunludur.
Bilindiği üzere, düşmana karşı savaşmak isteyen, yaşı ve sağlığı müsait, askeri disipline uyan ve gizlilik kurallarına riayet eden her insan halk ordusuna katılabilir.
Orduya her sınıftan bireyler katıldığı için, onları şekillendirme görevi partiye düşmektedir.
Parti cephesinden bu böyleyken, bir de katılanlar cephesinden bakalım. Katılan kişiler halk ordusunu kafasında belli bir şekilleniş içinde gerilaya katılıyor.
Bunların olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Öncelikle olumsuz yani gerilla gerçekliğini, yaşamını, şekillenişini,ilkelerini bilmeden katılanlar. Bunlar genellikle şehirden gelenlerdir. Diğer bir kısım ise bu gerçekliğin içinden geldiği halde gerilayı abartma, mükemmelliyetçi yaklaşım, sayıya ve silaha önem veren bir önyargıyla karşımıza çıkmaktadır. Bu hatalı yaklaşımların sebepleri ise kitlemizi savaşa göre şekillendirmediğimiz, gücümüzü abartma ve gerçekliğimizi tam olarak kitleyle paylaşmamızdan kaynaklıdır.
Bunların yol açtığı tahribatlar ise bireylerde zorluklar karşısında pes etme, mücadeleden uzaklaşma, düşmanın gücünü abartma veya küçümseme. Gerilla yaşamı içinde  "bunlar burada yaşanıyor mu" gibi mükemmelliyetçi yaklaşımlar.
Elbette ki bu yaklaşımların doğru bir çözümü ise şunlardır:
- Gerilla yaşamında her türlü zorluklarla karşılaşacağını bilme ve buna hazır olma, yalnız bunları fazla abartmamak kaydıyla.
- Sayı, silah gücü vb teknik araçları değil, insanın bilinçli dinamik rolünü anlama.
- Kitlemizi savaş koşullarına göre şekilendirme.
- Düşman gücünü abartma veya küçümsemeden kaçınma.
- En önemlisi ise nasıl ve ne için savaştığını bilme, yani ideolijik sağlamlık. Bu faktör diğer faktörlere göre ağır basmaktadır. Çünkü ne için savaştığını bilen bir kişinin bütün zorluklara ve olumsuzluklara karşı tavrı her zaman nettir. Çünkü uzun ve yorgun bir yürüyüşte güçlü ve fiziği yeterli ama duruşu net olmayan bir kişi mızmızlanırken, ondan kat kat zayıf ama ideolojik olarak net olan yani yolu yürümesi gerektiğini bilen kişiler ise aynı tavrı sergilemezler.
Sonuç olarak gerilla yaşamı ne korkulacak kadar olumsuzluk dolu, ne de hafife alınacak kadar rahat bir hareket tarzı vardır. Yaşamı ve kuralları iyi özümseyen ve dahası insanı özgürleştirmek gibi bir görevi olduğunu bilince çıkaran bir gerilla, yıldızları yorganı, kütüklüğünü ise yastığı yapar.

                      Gerilla Murat/Dersim



GERİLLANIN YAŞAM ÖYKÜSÜ

Her gün kendisiyle savaşan bir yaşam öyküsüdür. Bütün zorlukları göğüslemek, doğa koşullarını bilmek ve doğaya alışmak ve doğaya ayak uydurmak gerillanın olmazsa olmazıdır. Saatlerce yürüdükten sonra yorgunluğun tadını sabah güneşiyle yudumladığı çayla atıyor gerilla. Ve kahpe pusuların vaz geçilmez çatışanıdır. Yılgınlığa yer yoktur gerilla yaşamında. Bir yanında ölümü taşıyan gerilla diğer yanında yaşama can veriyor avuçlarında. Kazanılan mevzinin unutulmaz mimarlarıdır onlar. Çünkü artık bir evi yoktu onun, ailesi yoktu. Yoldaşları vardı. Yoldaşlarıyla sırt sırta verip, aynı yolu yoldaşça paylaşmak vardı. Artık onlar bir gerilladır. Gerilla olmak için zorluklara tutunmak gerekiyordu. Tümüyle partiye adanmış bir birey olmuştur. ilk önce partiyi tanımak, sonra partinin ideolojisi ve siyasetini öğrenmek zorunluluğu vardı. Partimizin kültürünü bilmediği zaman kitleleri örgütleyemez. Ve yeni katılan yoldaşları yetiştiremez. Kendi gerçeğinide öğrenemez. Dolayısıyla ne yeni gelen insanlara ne de kitlelere öncülük edemez. Partiye büyük görevler düşüyor. Yeni insanların ilk önce partiyi tanıması gerekiyor. Eğer bu insanlar parti saflarına katılmışsa bu koşulları bildiği zaman gelip geri dönmezler. Tabi ki doğru örgütlemek gerekiyor. Doğru örgütlediğin zaman o insanlar partiden kopmazlar. Partiye insan yetiştirmek gerekiyor.
Bireyler bu gün insanları kendisi gibi yetiştirirse, kendi kopyasını yetiştirmiş olur. O partinin aile ortamından bir farkı yoktur. Aile ortamında çocuklar büyüyüp annesi ve babası gibi yetişiyor. Çocuk başta babasına bakıyor, ne iş yapıyorsa çocukta aynısı gibi şekilleniyor. Bu doğru bir yöntem değilir. Benim gibi yetişme, kendini yetiştir, kendin ol, kendi ayakların üzerinde durmayı öğren, kendeini yetiştirmek yarına bir atmak zorunluluğunu bilmek zorundadır gerilla. Bu zorunluluğun bilincinde olmak gerekiyor. Ve bu zorunluluk kendisini ayakta tutabilir. Kendisini emeği ve teriyle yapmalıdır. Tabi ki tüm olumlu ve olumsuz yanlarını kendini yenilemek bilinciyle bilmelidir. Kendi yanlış ve doğrularının farkında olmalıdır. niçin savaştığını bilmek gerekiyordu. Sistemin bize dayattığı kültürü yıkmak ve kendi iktidarımızı kurmak için kendimizi sürekli geliştirmek gerekir. Kendimizi ne kadar geliştirirsek, ne kadar güçlendirirsek o kadar iktidarımızı kurabiliriz. Kendi ideolojik seviyemizi yükseltmek sistemin kirli siyasetine cevap verebiliriz. Kitleleri örgütlemek için her tarafa ulaşabilmek için kitleleri bilinçlendirmek zorunluluğu vardır. Bir köylüye, bir işçiye nasıl ezildiğini ve nasıl sömürüldüğünü anlatmak sorunlarına yardımcı olmak için gerillanın bunları bilmesi gerekir. Yeterki, bir tohumu yetiştirip ona emek verelim. O tohum bir gün yetişip tohumlar verecektir. Ve çoğalacaktır. İşte partide böyle büyüyecektir ve tohum verecektir. Yeterki tohumu yetiştirmesini bilelim. Bunu yapmak için sürekli çaba harcamak gerekiyor. Ne kadar çaba harcarsak o kadar başarılı oluruz. Bunu yapmak için sürekli emek sarfetmek gerekiyor. Kısaca gerillanın yaşam pratiğidir.
                                                       / BERFİN /  


Nasıl olmalı ?
Bazen çok kalabalık yaşamların içinde hayat ararken, tüm güzelliklerin çok az kemsin elinde olması, acı verir insanlığımıza. Atların asiliğinde yaşamın sevecenliğini, martıların kanat seslerinde ruhun güzelliğini ve gerillanı silah seslerinde özgürlüğün ışıltısına ulaşıyorum.
Her şeyde az yâda çok mutluluk mevcuttur. Önemli olan o şeye neresinde bakması gerektiğini bilmektir. İnsan, ancak kendi yaşamını n mutluluğunda başka canlıların mutluluğunu araya bilir Kendine uzak olan başkasına bir şey sunamaz. Gerçek olan şeyler zaten gizlenemez. Kafamızı kaldırıp bakmamız yetiyor. Çocukların sahipsiz çığlıklarını ve vakitsiz solan ağaçların yapraklarında bir yüzücü yan vardır. Elbet tarlasını özleyen bir emekçi sonu gelmez bir yığın alın teri içinde hep böyle boğulmayacak. Yolları gözlemeyi bırakıp, kendi kendisiyle yüzleşerek ve silahını gelecek için çekip, düşecektir aydınlık yola. Onu var eden kolları, yine tekrar güzel yaşamı sunan olacaktır
Ve kalabalaştıkça yaşamımız bir o denli daha güçlenecek kollarımız. Seviyoruz herkes gibi ama farkımız çıkarsızca olmasıdır. Asalaklıktan yana bir şey yok, uzun yolculuklardaki yolumuzda. Ama bazen düşüyor kötü yanlarına yenik insan. Çoğu kez kendimizle çelişiyoruz. Her şeyin güzelini isterken, yüzümüzü dönüyoruz ışıklı bir günün aydınlığına. Öle ya yenememişiz benci, l kalan yanımızı. Hele birde yorgunluk uğrarsa bedenimize işte siz o zaman görün bizim teorik cambazlığımızı. Nasıl kendimize göre yorumluyoruz yaşamın bize sunduğu zorlukları. Her yönüyle değişim gerekiyor, söküp atarak tüm çirkinliklerimizi. Biliyoruz yalnız biz değiliz köşe başlarında ağlayan, görmesek te, görmek isteme sekte onlar orda her gün daha bir çoğalarak.
İnsan bazen zorlu süreçlerde geçer ve bu süreçlere bilinçli göğüs geldiğinde kendinde hep yeni bir kuvvet bulur ve üstesinde gelmeyecek bir şeyi olmaz. Asıl hayatın gerçek yüzünü bu süreçler içinde keşif eder. İnsanın kendisini tanıyabilmesi için böyle süreçlerde geçmesi gerekir.
Eğer kendi dağımızın zorluğu karşısında sendelersek, karamsarlığa kapılırsak, kendi davamıza bir çırpıda uzaklaşmış oluruz. Bizler için önemli olan. Davamıza nasıl baktığımızdır. Bir annenin çocuğuna bakması gibi ve unutmayalım ki her anne her şekil bakmıyor. Eğer anne çocuğuna bir emek vermişse onu tüm her şeyden korur. Ve sınırsız bir sevgi ile ona bağlanır. Bizlerde girdiğimiz işte emek ve sevgiyle işin üstesinden elbet geleceğiz. Ve başımızı kaldırıp bir baktığımızda, toplumun içinde bulunduğu hayatı hiçte hak etmediğini görüyoruz. Sonra kedimizi mavzerin ağırlığı altında yeni yaşamı yaratma kavgasında bulmak güzel olandır. Ama önemli olan yalnız bu kavgaya başlamak değil, olmamalı bizler için. Bizim bu kavgayı niçin verdiğimizi ve en kısa sürede nasıl kazanacağımızı bilinciyle her gün hareket etmeliyiz.
Şimdi yeni bir yıla girerken, sınıf kinimizi daha bir artırıp sağlam adımlarla daha bir hızla ilerlemeliyiz. Sağlam adımlar derken, sürekli bir bilinç zenginliği ve bu zenginliğimizi de pratikte uygulamak demek istiyoruz. Bizler eğer yeni bir dünya istiyorsak, her gün bıkmadan usanmadan çalışıp, kendimizle birlikte dünyayı da aydınlatmalıyız. Yani bir saat çalışıyorsak bunu iki saatte, üç saat çalışıyorsak altı saatte çıkarıp kendi kapasitemizi zorlamalıyız. Çünkü bizlerin kaybedeceği bir zaman yâda günümüz yok bu günden daha azimle yürümeliyiz, tüm yaşam damarlarını yitirmiş sistemi üzerine.
Peki, nasıl olmalı yaşam alanlarımız. Öncelikle kendimize karşı dürüst olmalı, sonra yoldaşlarımıza. Her şeyin bittiği sanıldığı yerde, yenisini yaratma cesaretimizi yitirmeden, tekrar tekrar ayağa kalkıp dikilmeliyiz karşısına zulmün. Güllerin yeni açtığı o ilk gün gibi tap taze kalabilmeli, hiçbir an yaşam sevicimizi yitirmeden hayata bakmalı. Ve tüm akan suları getirip kendi engin okyanuslara kaymalıyız.
Her gün başımızı yastığa koymadan önce kendimizi bir gün öncesi için devrime ne kattığımızı sormalıyız. Ya öğle ya bizler yaşamımızı niçin adadığımızın farkındayız. Bunun bilinciyle dört elle sarılmalıyız umut dolu yarınlara. İlk önce işe kurumuş dallarımızı söküp atmakla başlamalıyız ve yerine daha sağlıklı daha genç olanları koymalı. Bilmeliyiz ki zorluklar hep olacak ve biz bu zorluklara karşı direnç ve azimle mücadele edeceğiz. Onların köklerine yönelip kararlıkla söküp atacağız. Günü gelince de hep birlikte el elle zaferin getirdiği aydınlığı sunacağız çocuklarımıza.
Mete


DEVRİM KERVANINDA YOLDAŞLARLA BİR YÜRÜYÜŞ

Ağustosun 25’i idi. Yıl önemli değil. İnsanlık tarihinden incecik, küçücük bir sayfa yazılıyordu. Yazarları ise her zaman ki, gibi küçük insanlardı. Bakalım paragrafın birinde neler yazılmış.
İletişimin alabildiğine geliştiği ve düşmanlaştığı bir çağdı. Telefonlar ceplerde taşınıyor, bilgisayarlar ile insanlar birbirileriyle canlı ve görüntülü görüşüyorlardı. Ancak haber yine de ne telefon nede internet ve nede acil bir mektupla ulaşacaktı. Haber bir kişi tarafından ağızdan kulağa direkt fısıltı şeklinde söylenecekti.
Dedim ya teknoloji insanlığı ileri taşımak için, çaba gösteren küçük insanlar için düşmanlaşmıştı. Çok değil birkaç sayfa önce haber teknoloji üzerinden ulaştığı için küçük insanlar hunharca katledilmişti. Kimisinin bacakları kopmuştu, kimisinin kafası parçalanmıştı, kimisinin ise bağırsakları parçalanmıştı vb vb. örnekler oldukça çoğalabilir. Fakat burada anlatmak istediğim cesetlerin durumu değil, teknolojinin yaşayan insanı ne hale getirdiğidir.
Beklenen kişi nihayet geldi. Hal hatır soruldu, çocuğun ve eşin durumu da soruldu. Sonra gelen kişi,
-Dışarıya çıkalım mı yoldaş? Diyerek ayağa kalktı.
Gelenin üzerinde elektronik hiçbir şey yoktu ancak bekleyen kişi öyle değildi. Üzerindeki elektronik aksesuarları (cep telefonu, mp3 vs) ceplerinden boşalttı ve kapıya yöneldi. Binaların arasından geçerek ormana doğru yol aldılar.
Güzel bir gündü. Güneş, yağmurdan arta kalan damlacıklara saldırmış kurutmaya çalışıyordu. Patikalarda tek tük insanlar geçiyordu. Bu insanların sadece iki durumu vardı. Ya koşuyorlar (spor yapıyorlar) ya da köpeklerini geziye çıkarmışlardı. Yalnızda haberci ve Ali bu patikalarda istisnaydılar. Zira bu patikalar Avrupalılar tarafından köpek gezdirmek için ve spor yapmak için kullanılıyordu.
Haberci Ali’nin kulağına eğilerek,
_  yoldaş, anlıyorum epeydir benden haber bekliyorsun. İşlemleri ancak yapabildik ve sıra sana ancak gelebildi. Hazırlan bir hafta sonra yola çıkacaksın. Al bunlar sana lazım olacak geçişinin kolay olması için (birkaç özel evrağı Aliye uzaktı). Daha eksiklikler var. Onları da… Bölgeden alacaksın, buraya kadar getirilmesi sakıncalıydı. Orda seni bir yoldaş karşılayacak, o yoldaşla tanışıyorsunuz. Yolculuğun o kısmından sonra ne yapman gerektiğini o yoldaş sana anlatacak. Senin üzerinde… Kadar para olması gerekiyor, sende yoksa bu parayı ben sana vereceğim.
_tamam yoldaş.
_hazırmısın?
_elbette! Uzun zamandır bu anı bekliyorum.
_senin fazladan yapman gereken bir şey yok. Yolda sadece sana söylenenleri yapacaksın. Yakalanma durumunda nasıl davranması gerektiğini biliyorsun.
_biliyorum tabii, yakalanma durumuna yabancı değilim. Geçmişteki tecrübelerim bana güven veriyor. Ali biraz düşünceliydi. Haberciye dönerek sakin bir ses tonuyla,
_kalan yoldaşlarla birlikte yıllardır faaliyet yürütüyorum, yoldaşların hepsini özleyeceğim, belki bir daha onları görme imkânım olmaz. Onlarla vedalaşabilirmiyim?
_anlıyorum. İnsanın aniden yaşadığı ortamdan, eşinden, çocuğundan, yoldaşlarından kopması zor oluyor. Onlarla vedalaşman senin hakkın fakat biz güvenliğimize azami oranda önem vermek zorundayız. Yakalanmanı ve riske düşmeni istemiyorum. 17’leri anımsa. Senin yakalanman zincirin bir halkasının kopması demektir. Bu süreçte en ufak bir kayıptan bile sakınmalıyız. Hüznümüzü yüreklerimize gömmeliyiz. Dolayısıyla hiç kimse ile vedalaşmamalısın. Yalnız kızın ve eşinle vedalaşmalısın. Burada da her hangi bir sakınca görürsen eşinle de vedalaşmamalısın. Eşinle vedalaştığında, eşin katiyen telefon kullanmamalı ve kimseyle bu minvalde konuşmamalı. Senin gideceğini hiç kimseye ne suretle olursa olsun belli etmemelidir. Böyle bir durum gelişecekse hiçbir şey paylaşma kendisiyle.
_anlıyorum, dedi Ali mırıldanarak.
Ali ve haberci sessizce yürüyüşlerine devam ettiler. Her şey susmuştu. Doğa, kuşlar, böcekler, insan yani yaşama dair ne varsa susmuştu.  Ali ‘demek ki hiç ama hiç kimse ile vedalaşamayacam, kızım daha 19.ayında, eşim bensiz kalacak. Ayakları üzerinde durabilecek mi acaba? Durur o, çünkü o güçlü bir kadındır. Bir daha beni göremeyeceklerini hissedecekler mi acaba?’ şeklinde karışık duygularla düşünceye dalmıştı. Haberci durumu anladığı için, Ali’yi uzun süre yalnız bıraktı. Ancak eve doğru yanaştıklarında haberci yeni bir konu açtı. Partinin ve devrimin genel durumu üzerine sohbet ediyorlardı. Yeni açılan konu önceki havayı tamamen değiştirmiş ve haberci ile Ali devrimin somut planlanması üzerine yoğunlaşmışlardı.
Akşamüstüydü, Ali haberciyi göndermiş ve sırt üstü yatağa uzanmış ayrılık planları yapıyordu. Gidiş anında çocuğunun ve eşinin yanında olmasını istemiyordu. Çünkü durumu hem eşine açıklayamıyordu hem de direkt onlardan ayrıldığında duygusal davranıp belli edeceğinden korkuyordu.
Ertesi gün uyanır uyanmaz eşiyle konuştu. Eşine ‘örgütsel bir çalışmamız var. Yaklaşık olarak iki hafta sürecek. Seni ve çocuğu Fransa’ya bırakayım. Ben yokken yalnız kalır ve korkarsın. Çalışma bitince gelip seni alırım veya erken gelmek istersen Tren ile gelebilirsin’ dedi ve eşini ikna etmek için bu zeminde uzun uzun konuştu. Neticede eşi kabul etti.
İki gün sonra yola koyuldular ve Fransa’ya vardılar. Birlikte yemek yediler. Ali ‘örgütsel faaliyete’ ulaşmak için artık gitmesi gerektiğini belirtti ve ayağa kalktı. Önce bebeğini kucağına aldı. Yüzünün ayrıntılarını iyice beynine nakşettikten sonra doya doya öptü. Sonra eşine ve yanındakilere de sıkıca sarılıp ayrıldı.
Kimse bilmiyordu bu son vedalaşmaydı. Ali sokakta defalarca kez dönüp camın ardında kendisini uğurlayanlara baktı. Kızı, eliyle öpücük gönderiyordu kızına. Ali arabaya binmeden son kez dönüp geride kalanlara baktı ve arabanın kapısını açarak bindi. Kendi kendine ‘her şey bu kadar Ali, artık gitme zamanı geldi. Gidip tekrar kalanlara sarılmak, öpmek ve koklamak bir şey ifade etmez’ diyerek arabayı çalıştırdı.
Birkaç gün içerisinde her şeyi organize etti. Arabayı sattı, telefonu kapattı, insanlar ile ilişkilerini ‘işi var’ diye kesti, gerekli biletleri aldı. En son gecesi uzun bir araba yolculuğu ile geçti. Kendisi gibi yolcu olan bir yoldaşını (güvenlikten dolayı başka hat kullanıyordu) uzakça bir yere bırakıp geri geldi. Gece saat iki gibi kendisini bekleyen üç yoldaşına ulaştı. Bekleyenler geç olmasına rağmen uyumamış Ali’nin gelişini beklemişlerdi. Beraber geçirecekleri son saatleriydi. Ortama duygusallık hâkimdi. Söylenmesi gereken son kelimeler dökülüyordu dillerden. Sabah saat dört buçukta yola düştüler. Ali havaalanında son işlemlerini de yaptı. Yapılacak çok şeyde yoktu, yanında sadece küçük bir sırt çantası vardı yani bagaj sıkıntısı çekilmedi. Geride kalan üç yoldaşına tek tek ve sıkıca sarıldı. Kalanların çehresine hüzün hâkimdi. Ve Ali kapının öbür tarafına geçerek son bir kez birkaç saniyeliğine geride kalanlara bakıp el salladı.
Bir haftalık zorlu bir yolculuk geçirdi. Bir hafta sonra artık istediği ve istenilen yerde idi. Gece karanlığında elini silahlı yoldaşlarına uzatıp ter kokan gövdelerine sarıldı. Sanki bin yıllık bir hasret bitmiş ve bin yıllık bir hasret başlamış gibiydi.
Derken Ali gerilla yaşamına adımını atmış oldu. Sabah erken saatte bir keleş özellikleri kısaca kendisine anlatılarak verildi. Artık uzun yorucu yolculuklar başlamıştı. Pusu yerleri aşılıyor ve Helikopter sesleri altında zaman geçip gidiyordu. Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum ama Ali artık Munzurlardaydı. Dört kişiydiler: Ali, Ayten Gülmez ve… Yatıyorlardı. Murat Güzel (muharrem) ise nöbetteydi. Ali rüya görüyordu.
Yusuf sıçrayarak uykudan uyandı. Yüzünde şaşkınlık ifadesi vardı. Döne döne kendi bedenine dokunuyordu, etrafına bakıyor ve heyecanla ‘ben kimi’ diye soruyordu yanındakilere. Ayten ve... ‘tamam, yoldaş sakin ol, sen herhalde düş gördün, şimdi geçer’ diyerek Yusuf’un başını okşuyor ve sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Yusuf yine ‘ben kimim’ sorusunu ısrarla tekrarlıyordu. Murat, o anda nöbetten yeni gelmiş olayın öncesini bilmeden lafa karıştı.
-Sen Yusufsun, Yusuf Dal. Hayırdır yoldaş! Biri kafana taş mı vurdu? Bak bunlarda Ayten, … ve bende Murat. Epey zamandır da tanışıyoruz hani.
Murat’ın tanıştırma faslından sonra çevresindekilere bakan Yusuf
-Evet, şimdi farkına vardım ama benim gördüğüm rüya gibi bir şey değildi, bu daha farklıydı.
Diğer üçü merakla
-anlat o zaman diyerek Yusuf’a iyice sokuldular.
-Tuhaf, uyanmadan önce ben, ben değildim. Ben abim Aliydim. Yurtdışında yaşıyordum, bahçecilik yapıyordum. Toprak ve bitkilerle uğraşıyordum, üstüm-başım her daim toprak ve çamur içindeydi. Zürich gölü kenarında gezmeye çıkıyor, çimlere uzanıp gölü ve insanları izliyordum. Helvetia platz denilen meydandan geçip meydanın arkasındaki Postahaneden para çekiyor ve Kaserneye (eski kışla) gidip 1 Mayıs alanında volta atıyordum. Üç odalı küçük bir evim vardı, en üst katta. Hatta daha ayrıntılara da inebilirim. Bilmiyorum, bütün bu bahsettiğim şeyler, yerler var mı ama ben yaşadım onları. Yusuf durakladı, düşündü, geçmişe yolculuğa çıktı. Ayten
-Eee, ne oldu? Devam et yoldaş.
-Ee’si, sonra ben Partiye buraya gelmek için başvuruyorum. Uzun bir süre sonra her şey organize edildi ve buraya geldim. Yattığımda ben, ben değildim. Aliydim. Hala anlamıyorum ben mi abim oldum yoksa abim mi ben oldu?
Durum üzerinde epey yorumlar yapıldı, epey konuşuldu. Yusuf’un anlattıkları gerçeklermiydi yoksa değimliydi kimse kendinde netleştiremedi. Ancak kimse Yusuf’u anlayamadı ve Yusuf’ta kimseye yaşadıklarını anlatamadı yeterince. Aklın erdiği minvalde yorumlar sınırlı kaldı. Ama anlatılanlar bu sınırları aşıyordu.
Akşama doğru katırları alıp Kırkmerdiven vadisinden aşağı indiler. Saat ondokuz gibi katırları yüklediler fakat yükün bir kısmı kaldı. Kendi aralarında oracıkta görev dağılımı yaptılar. Ayten ve Murat katırları alıp gideceklerdi. Yusuf ve… Kalan eşyaları kendilerine yük yapıp yola koyulacaklardı. Katırlı olanlar önden gidiyorlardı. Yusuf ve… Yüklerinden dolayı geride kalıyorlardı. Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra karanlığın içerisinden kıvılcımlar saçıldı, silah sesleri patladı. Ayten, Murat ve yanındaki katırlar oldukları yere yığıldılar. Yusuf ve… Yakındaki dereye kendilerini atmak için koşuyorlardı. … Kendisini dereye attı. Yusuf tam dereye atlamak üzereyken dönüp geriye baktı. Düşmanın mevzilerini seçmeye çalışırken hain bir kurşun başına değdi. Yusuf’un bedeni cansız bir vaziyette dereye yuvarlandı. Tarih sayfasına bunu kaydettiğinde sağ üste 16 Ekim 2006 tarihini not düştü.
Ve tarih sayfası sözü Yusuf’a bıraktı.
-Birkaç dakika önceydi. Kurşun yağmuru altında yoldaşımla koşuyordum. Tam dereye atlamak üzereyken bir an durup geride kalanlara bakmak istedim. Ayten ve Murat çoktan ileriye gitmişlerdi. Gözlerim düşman mevzilerine döndü. Pusu yeri barut kıvılcımları ve kokusu altındaydı. Tekrar dönüp atlamaya çalıştığım anda kafamda bir acı hissettim. Bedenim ağırlaştı. Ben, düşmanın tuttuğu yöne yuvarlandım. … Yoldaşım ise gidemediğim yerde kaldı. Acı hissetmiyordum artık. Gözlerim açıktı ancak göremiyordum. … Yoldaş AGİT (Yusuf’un kod ismi), AGİT diye bağırıyordu. Elimi kaldırıp silahımı almak istedim ama beynim izin vermedi. Bacağımı kaldırıp koşmak istedim beynim izin vermedi. Sonra beynim düşünmeme de engel oldu. Anladım, sakinleşip beklemeliydim. Bedenimin hükmü bitmişti artık.
-silah sesleri uzaklaştı, derinleşti. Kanım toprağa aktı. Toprak başımdaki açıkta kalan etlerime yapıştı. Sonra göğe doğru yükseldim. Yukarıdan olanları izliyordum. …yoldaşım yoğun kurşunlar altında kalmıştı. Düşman mevzisinden karışık bağırma sesleri yükseliyordu. …yoldaş oradan koşarak başka bir dereye kendisini attı. Büyük bir kaya arkasına mevzilendi. Kaya yoğun silah ateşi altındaydı. …yoldaşım çıkamıyordu, öldürüleceği anı bekliyordu. Sabaha doğru yoğun sis bastı vadiyi. Yoldaşım sislerin arasına karışarak uzaklaşmayı başardı. Öğlene doğru sisler kalkınca bedenlerimiz bir araya topladılar. Helikoptere attılar ve alıp götürdüler. Biz ise orda kaldık.
Bir süre sonra tarih yeniden Yusuf’a söz erdi.
-O günden sonra aradan üç yıl geçti. Hiç tanımadığım bir yoldaşım geldi yanı başıma. Elini uzatıp kanımın aktığı topraktan bir avuç alıp kokladı ve yine yerine bıraktı. Alıp koklayarak bıraktığı bir tutam saçımdı. Sonra elini toprağın üzerinde gezdirip yüzümü sevgiyle okşadı ve eğilip alnımdan öptü. Gülümseyen gözleriyle gözlerimin içine bakıp
-Merhaba yoldaş dedi.
-Merhaba yoldaş, sen kimsin?
-Benim adım Okan, hani 17’ler ile vurulan.
-Tamam, ama sen gerçekten yaşıyorsun, hâlbuki vurulmuştun?
-Evet, ben yaşıyorum, gerçekten yaşıyorum.
-Nerden geldin?
-Zürich’ten
-Aa, abim orda yaşıyor. İsmi Ali, tanıyormusun?
-Elbette tanıyorum dedi.
-Durumu nasıl?
-iyi, normal yani.
-Üzüldü mü? Vurulmama yani.
-Evet.
-Başka neler biliyorsun abim hakkında?
-Sana iletmemi istediği bir şey vardı fakat ancak ulaşabildim.
-Neydi peki?
-Sana sürekli mektup yazıyordu.
-Nasıl yani? Hiçbir mektup ulaşmadı bana.
-Biliyorum. Yazıyordu fakat nereye göndereceğini bilemiyordu.
-Neler yazdığını biliyormusun?
-Evet birazını.
-Anlatırmısın bana? Dedim.
-Elbette içeriklerini bildiklerimi anlatayım ancak hepsinin içeriklerini bilmiyorum.
Ve bir gün boyunca yanımda oturup usulca anlattı. Bir gün sonra sözünü kesip durdu. ‘bitti’ dedi. Çok mutluydum. Sonra bana elini uzatarak
-Kalk gidelim dedi.
Şaşırdım. Çünkü ben hep yerimde duruyordum, hiç kıpırdayamadan. Birden Okan’ın nasıl kalkabildiğini düşündüm. Ben
-Nasıl yani? Ben kalkamıyorum ki. Dedim.
-Hayır, sen kalkabiliyorsun, sen ölmedin dedi ve elimden tutarak beni ayağa kaldıran Okan
-Bak Murat ve Ayten orada bekliyorlar, diğer yoldaşlarımızda dağların zirvelerinde bekliyorlar. Beni İBRAHİM yoldaş görevlendirdi sizleri ayağa kaldırmam için, bizlerin ölümsüz olduğumuzu sizlere anlatmam için. Şimdi Ziyaret vadisine geçeceğim, orda da üç yoldaş var. Onları da kaldırıp yollayacam. Ve Kurudere vadisine geçeceğim orda da Lenko yoldaş var, O’nu da göndereceğim ve devam edeceğim görevime. Siz zirvelere ulaşacaksınız, oradan gökyüzüne ulaşacak ve birer kutup yıldızı gibi parlayacaksınız. Bende görevimi bitirince yanınıza geleceğim.
Zirvelere baktım. Zirveler kutup yıldızı gibi parlayan yoldaşlarımızla doluydu. Okan bana dönüp tekrar
-Hadi. Ne bekliyorsun, bak Murat ve Ayten seni bekliyorlar dedi.
Ve ben yola çıktım, Muratların yanına ulaştım. Kucaklaştık, hasret giderdik. Üç yıldır birbirimize çok yakın ama bir o kadar da uzaktık. Yola koyulup zirvelerdeki yoldaşlara ulaştık. Vurulan yoldaşların hepsi ordaydı. Sapa sağlam, dimdik. Hepsinin yüzü gülüyordu. Bizi İbrahim yoldaş karşıladı, gülen çehresiyle sımsıkı bize teker teker sarıldı, alnımızdan,yanaklarımızdan öptü ve diğer yoldaşları gösterdi. Kimler yoktu ki, Meral Yakar, Ahmet Muharrem, Mehmet Zeki, Süleyman Cihan, Kazım Çelik, Cüneyt Kahraman, Cafer, Aydın, Baba Erdoğan, İsmail Bulut, Erhan Öztürk, Cebo, Pala İsmail ve diğer bütün yoldaşlar oradaydı. Hepsiyle kucaklaştık, buluşmanın sevinciyle sohbetlere girdik ve sonra gelenleri karşıladık. Sonra, sonrasında hep birlikte göğe yükseldik. Dışarı çık gökyüzüne bak abi. Yıldızlara bak. Biz hep orada parlıyoruz ve biz yaşıyoruz. Sadece bazen çıkıp bize bakın, bizler sizleri görüyoruz.
OKAN ŞUBAT 2009

DAMLA VE DENİZİN BİRİKİMİNE
Buradan sizlerle bağ kurmaya çalışırken dünden bu güne kalan bütün beklentilere, anılara ve özlemlerim boy verir. Bazen rüzgârla, bazen kanatlarla, bazen yıldızlarla, bazen içime damıttığım şeylerin tadında.  Bazen bir sevgi, bazen bir kucaklaşma, bazen bir kapının açılışında bir beklentinin en umulmaz anılarının gerçeğinde çığlık ve hüznünde.  Bazen kırılgan şeylerin umulmaz rastlantıya dönüşmesidir.  Ellerin hani bazen bedeninize fazla bazen anlamsız hareketlerle hangi temsile, hangi ifadeye tanım katacağını kestirmek insanı bir çaresizliğe bazen öylesine hızlı hareket ediyor ki, insanın içine işlenen şeylerin anıların en ağır başlangıcına ve o süreçten bu sürece kadar bırakılan boşluğun izlerini en hızlı bir şekilde görüyoruz. İşte bu anın bıraktığı yoğunluk yapmaya çalıştığın şeylerin ardında kalanın yaşadıkları şeylerin izleri (seni soluklarında boğmasına, seni sarmalayan anıların yarattığı duygu yoğunluğuna neden olan dünün izleri karşında dipdiri duruyorken) hangi tanımla yaklaşımı sağlamak gerekiyor?
Doğru dediğimiz şey kimin için doğruluğu, kimin için yanlışı tartışılığı karşına çıkan gerçeği nasıl anlatılmalı? Nasıl bir ilişki kurularak nedenleri anlatmak? Hangi tanımla bunu başarabilirim? Benim fikirlerim bir Damlanın kendisini tamamlama sürecinde yaşanan olgularına, hareketine yön veren o kuralları o yoğunluğu anlamama yardımcı olacak. Bu Damlaların içimdeki birikimini bendeki korunağı, bendeki berraklığı dokunulamaz kadar hassas, öylesine sıcak ve narin bir özlemlerin buluşturduğu göğüs kafesimdeki boşluğunu dolduran damlaların birikimi Denizime taşan damlaların köpüğünde coştum. Ve acı ve sevinç içinde yüzdüm. (ve saçıma tek bir aklın ceylan bakışların duruluğunda anlam ve huzuru solukladım)
Sekiz yıldan sonra sekiz yılın içinde yaşananları bir bilinmezlik değil yalnız onlara tanıklık onların içinde sen olsaydın sorunun cevapları karşında duruyor. Ama o anı ileriki satırlarda cevaplamaya çalışacağım şimdi o ilk günün fiziki kopuşunu oluşturan düşünce sürecine öncelikle hiçbir fikrin insanın yaşadığı şeylerden bağımsız değildir. Benim kendimde açıklayabildiğim, doğruluğuna inandığım fikirlerimin tamamı yaşadığım koşulları anlama ve bunlara karşı takınmam gereken tavrın açıklanmasıdır. Sınıf savaşına diğer tanımla devrimci savaşta sizlerin daha iyi anlayacağınız ifadeleri kullanmak esas olarak doğru olandır. Benim yıllarca yaşadığım koşullar şunlardı: mesleğim gereği aşçılık yaptım. Bu meslekte usta olmadan önce birçok işte çocukluk ve ergenlik sürecim vardı. İlkokula giderken odun, ayran, ürettiğimiz sebzeleri satmaya götürürdüm. Bu dönem aile olarak yarıcılık yapardık. Ben bu yaşlarda lokantalarda bulaşıkçılık yapardım. İlkokulu bitirdiğim yıllarda, 1978 yılında Dersimden göç edip Çukurova’ya yerleştik. Burada pamuk tarlalarında, portakal bahçelerinde ve fındık tarlalarında çalıştım. Bu dönem toprağımızdan ve bizde et-tırnak misali içimize işlenmiş bütün geçmişim içimde yaralı ve kanayan bir yanı devamlı duygularımda paylaşımda bir özlem, bir hasreti hep canlı tutuyordu. Bu koşullarda yaşayacaklarımın farkında olmadan sadece insanların ortak koşullarında hep çalıştık, çalıştık. Hep yarattık. Yaratırken iyisini giyemedik, yiyemedik. Sevgiye hasret yanımız okşanınca daha fazla emeğimizi, daha fazla senin olanın bu duyguyla senden koparılması sağlandı. Neden bunları size anlatıyorum sorusuna cevap vermeye çalışıyorum. Sadece birbirimizi anlamaya caba gösteriyorum. Şimdi sizlerle paylaşmak istediğim şey şudur: sizlerin içinde olduğunuz o koşulları tamamıyla içinde yaşadığımız toplumun ortak koşullarıydı. Birçok açıdan milyonların bizim gibi aynı imkânları yaşarken bunu sorgularken buna karşı ne yapmalı çözümünü görmemesidir. Biliyorum bu kısa satırlarda anlatılan şeyleri sizlerinde benim içinde olduğum koşulların, doğruluğunu tamamıyla inanarak bakmayacağınızı yalnız bir fikir bir emek pratikte Milyonların hesabına onların haklılığını savunuyorsa onların kendi kaderini yaratmalarına bir yol gösteriyorsa insan olarak buna sunduğum katkılarımı önemseyerek bunun bilinciyle bu savaşımın insanlığın savaşımı olarak kabullenmemdir. Şimdi sadece ayrıldığım yıllarda annenize ve size karşı yanlışlarımın farkına varamamam o gün bu ayrıntıları görmem mümkün olmadığından kaynaklıdır. Soruna tek yanlı vakıf olmamın gerçeğidir. Tek yanlı olarak vurguladığım şey annenizin sizin istemlerinize cevap olacağını düşünmemdir. Sorunlarla boğuşmasına sağladığım koşulları ayrıntılı olarak değerlendirmekten uzaktım. Bu bir yanıyken diğer yanı annenizin bir kadın kimliğiyle karşılaşacağı zorlukların daha derin hissetmesi ve buna karşı kendi ayakları üstünde daha bilinçli durması fikriyken diğer yanı ise yıllarca çalıştım hiçbir insana ekonomik olarak bağımlı olmamak için. Oysa hep başkasına ihtiyaç duydum. Bu yıllarda karşılaştığım o koşullar bilimcimde müthiş bir çatışmanın içindeydim. Artık emeğimi hiçbir sömürüye ve emeğimi kimsenin çıkarına hizmet etmemesi için bundan hiç kimsenin kendi çıkarlarını büyütmemesi için büyük bir kine sahiptim. Ama bu bir yanken diğer yanı yıllarca çalıştım. Hiçbir koşulda yaşam güvencem yoktu. Çalıştığım koşullarda yıllarca işverenin koşullarına, haksızlıklarına kimseye minnet etmemek için birçok haksızlıklara tabi oldum. Bu kısa olarak açtığım geçmişimin bir insan özelliği olmalıydı. Bunu ancak Devrimci düşünün anacak gerçeklerin ele alınmasını sağlayan insan ve emeğin en yoğun ifade bulduğu paylaşımda yer almak büyük bir tercihtir.
Şimdi başta o sekiz yılın ilk ayrılığında yaşadığım o duygu yoğunluğunu iç dünyamda yarattığı etkiyi biraz paylaşmak istiyorum. Başta sizler çocuktunuz. Birçok şeyin sadece o gözlerinizle gözetlerken saf temiz duygularınızla sadece ne yapacağımı sorardınız. Ama ben bir daha sizi öpüp koklama şansımın olmayacağı bir değerlendirme içinde ve gerçeğine kendimi katmak için bir pratik içine girmekteydim. Damlanın kızgınlığında en umulmaz anda babacık demesi bütün olumsuzlukların durulur. Bir çocuğun en arı duygularıyla dolar taşardım. Seninle olan yanı bir sevgi yoğunluğu içimde ciddi bir tanımdır. Bu gün hala benim için capcanlıdır. Denizin günlük yaşamdaki yaramazlıklarını yani yanlış yaparken, yanlışlarını kendisine anlatırken takındığı tavır çok öğreticiydi. Söyleneni büyük bir insan ciddiyetiyle dinlerdi ve kendisine o yaşlarda öz eleştirel yaklaşırdı. Sizlerden söz ederken annenize karşı yaşadığım daha çok teninin içime işlenenen   şeylerin bir şeylerin yaralı yönünü hep bir eksikliğini bu güne kadar yaşadım yaşamaktayım.
Şu sorular sizin için hep geçerlidir. Madem böyle şeyler bu kadar yoğun ve önemdeyse neden bunu yaptın. Bütün mesele burada. Ben sizlerden kopmadım. İlk günkü ayrılığın ağırlığında capcanlıdır. İfademde, duygumda hep aynı güzel ve temizlikte yaşıyor ve yaşayacak. Kendimizden yola çıkarak nedenleri açıklarsak insanlığın yaşadığı şeyleri görmezsek onlara karşı sorumsuzca bir tavır içinde kalırsak kendimize duyduğumuz özelliklerin, özellikle insanların ortak beklentileri, ortak özlemleri ve ortak şeyleri yaşamamızdan dolayı onları görmemezlikten gelmek insanın ulaştığı bilgi ve yaşamı savunma anlayışı ne kadar doğru ve güçlü olarak savunduğumuzu söyleyebiliriz. Ben bu satırlarda kendimden bazı şeyler açmaya çalıştım. Yani çalışırken emeğimi, insanlığımı, duygularımızın nasıl sömürüldüğünü en acımasız bir şekilde yapıldığını iliklerimize kadar yaşadık. Nasıl ki, sizlerle olan duygu yoğunluğu en güzeli için bir güzel ifadeyse bu gün başka bir yoğunluğun nedeni de bu haksızlıkların yarattığı en haklı ve en meşhur  olanı  insan olarak bu haksızlıklara karşı yaşamın en doğru yaşamaya en güzelini savunma hakkını kendimde açıkladığım temsil etme gerçeğini nasıl koparırım. Hayat yaşamaya değer dinamik yanıyla her an her koşulda mücadele devam ediyor. Bu gerçek ister bireysel istemlerin insanın dünyasındaki yarattığı tahribatlar, en kısa tanımıyla insanın insana karşı ortak yaşama bilincinde parçalanma ve yabancılaşmayı yaratmıştır. Ayrıca yarattığı ürettiği şeyleri neden kendi yaşamına katmadığı neden bunun farkında değil? Anlamamız gereken şey budur. İnsan dünyada en bilinçli varlıktır. Birileri bu bilinci bilerek, isteyerek bunun ileri yönlerini insandan koparmak için kendi çıkarları için bu haklılığını anlamamsı için onun bilincinde yaşadığı şeyleri doğru bilince çıkarmaması için onun insani yönünü unutturacak bir yöne taşıyacak duruma taşımışlar. Çalışanlar yoksulluk yaşayacak, oturanlar saltanat sürdürecek. Ev yapıyor evsiz, araba yapıyor arabasız. Kısacası yaratanlar emeğinin ve bilincinin hakkını alamamakta.
Ben bu satırları sizlerle bir şeyler paylaşmak isterken bu gün içine girdiğim kavgada bilinçli bir tercihle bu kavganın içine girdiğimi anlatmaya çalışıyorum. Dün ben okula gidememe nedenlerini unuttuğum zaman, bugün çocuğunu okula veremediği için intihar eden anneleri, bugün okula gitmek isteyen ama okula gitme imkânları yok diye intihar eden çocuğun acısını, haklılığı onun yaşamını savunamam. Bu gün benim annenizle olan birlikteliğimizin birbirimize karşı sevgisizlikten değil, aynı zamanda saygısızlık değil. Bu ayrılığın nedeni de maddi ve kültürel olanakların kaynaklık ettiği sorunlardır. İnsanlığa karşı sorumluluklarımızın bilincinde olmamızda kaynaklı yanıydı. Daha dün en yakınlarımızın yaşadığı nedenleri sorgulanmadan onların acılarına karşı bir kurtarıcı, fedakâr çaba içine girseydim onları acılarından koparabilir miydim? Hayır. Çünkü bugünkü insanın içine girdiği paylaşım haklı ve doğru bir paylaşım olduğunu sağlamış olurdum. Bunu şöyle açıklamaya çalışayım. Şayet yanınızda bugün olsaydım ancak belli isteklerinizi kısmi olarak sağlardım. Bugün hayatın tanıklığını yaşayarak bunun farkındasınız. Bir insanın kazandığı para ancak o kişinin ihtiyaçlarını karşılıyor. Birde bizim yaşadığımız koşularda bir aile en az 5-6 nüfusludur. Ancak 1-2 kişi çalışmakta, hiçbir sosyal güvencesi yok ve ayrıca ara işlerde çalışmakta. Anlayacağınız insanlar açlığa talimdir. Bu açlığı kısaca şöyle açmaya çalışacağım. Türkiye ve Kuzey-Kürdistan da bu gün hangi parti hükümeti kurarsa kursun bayramlarda, seçimlerde insanlara giyecek, yakacak ve yiyecek dağıtıyor. Peki, bunları üreten kimlerdi? Bu yemek ve giyeceklerin kuyruklarında dilenen bu insanlar. Bugün bu haksızlığın ortadan kaldırılması için Komünist partisinin kitleye önderlik yapması için kitlelerin kendi ürettiklerini kendileri tarafından paylaşmaları ve kendilerinin ürettiği her şeyi ortak yaşama sunmaları için bu haklılığın biricik yöneticileri olmasını sağlamak sadece bugün bunun daha doğru görevini yerine getirmesi için bu partinin yükünü taşıyabildiğim katkıdan başka bir şey yapmıyorum. Diğer bir örnek daha vereyim. Çocuklar düşünün: hayatın en güzel renklerini, en cıvıl cıvıl seslerini düşünün. Onların beklentilerini bir çizgi filminde arının, Karıncanın ne kadar kardeşçe, ne kadar büyük bir paylaşımı sağladıkları o güzel dünyayı yaşarken paylaşmak.
Oysa benim ülkemde çocuklar kendilerini doyurmak için oyun oynamak için değil, sıcak bir yemek için, sıcak bir ayakkabı için çalışmak ve dilenmek zorunda. En kötüsü  çocuklar  satılıyor. Düşünün çocuklar beki bu tercihim sizden isteme hakkına sahip değilim ama düşünmeniz gerekiyor. Anlamanız gerekenleri yalnızca insanın insana karşı kötülüğünün ne kadar kötü bir duruma geldiğini anlamanız için bunları anlatma gereğini duyduğumu iyi anlamanızdır. Çabam dünyanın içine düştüğü bu kötülüğün, ne kadar adaletsiz olduğunu düşünün diyorum. Bolluğun ve açlığın bugün ki dünyada ve zamanda en acımasız en büyük kötülük içinde olduğunu düşününki bu yanlışlar için ölümü göze alıp bu adaletsiz bu geri yaşamı kaldırıp yerine eşit ve insanın milleti, renginin hiç ayrıt edilmeden kardeşçesine bir paylaşım için, yaşamı yaratmak için savaşı bir ihtiyaç olarak seçiyorlar. Tek bir nedeni var. Kötülükleri yapanlar yalnızca insanın hükümetlerle kurdukları devletlerin kötülüklerin görmeniz gerekiyor. Düşünün çocuklar, bir anne çocuğunu doyurmak için bedenini satmak zorunda kalıyor. Bütün bu kötülükler, çirkinlikler yalnızca nedeni birilerinin haksız mülkiyet sahibi, olarak kendilerinin devletini, hükümetlerini kendilerinin mülkiyeti için kurduklarını bütün kötülüklerin anası bunların mülkiyetidir. Polisin, jandarmanın insanların haklarının aramaması için buna ihtiyaçlar duyuyorlar. Ve sadece düşünün çocuklar hiç kimsenin ayrıcalığının olmadığı, her kesin eşit kimsenin kimseden farklı bir şeyinin olmadığı bir paylaşım. Devlete, hükümete, polise, jandarmaya ihtiyacın olmadığı bunların ne kadar anlamsız ve yersiz olduğunu düşünün. Bu dünya imkânsız değil. İnsanın kendi tercihini gerçekleştirme rolünü kavrama imkânsız bir şey olamaz.
Bir dünya var
Bu dünya kirlenmiş
Ve biz bu kirlenmiş bir
Şey istememe haklığını tercih ediyoruz
Birileri dünyanın şeylerini…
Kendilerinin olduğunu söylüyorlar
Biz diyoruz ki, bu dünya…
Çocukların gözbebeği kadar çıkarsız bir paylaşıma sahiptir
Çocukların istemleri kadar arı bir yaşamı savunuyoruz
Ve diyoruz ki,
Kirlenmiş değil!
Kirliliklerinden arındığı zaman
İnsan gerçekliğine kavuşur
Yaratan ve yönetenin kendisi
Olduğu o dünyanın insanı olma
Savaşının, insanlığın yaşamını savunma savaşımı
Bu yolda sebat ederek insanın savaşımında tarihinden sorumluluk duyma rolünün önemini paylaşmaya bu anlamda ideallerimizin ortak kazanımlarını büyük anlamını yaşamak. Şimdi sevdiğim kadının daha büyük bir kimlikle içerikte yaşamak ve her zorda daha inatçı tutumla bu nedenlerin insan yaşamında çıkmasının anlamını derinleştirerek bu kavgada seni yaşama sevdasıyla yıkılacak ne kadar şey varsa uğrunda düşmesini bilme ve yapmada yaşamaktır. Senin…
Sevgi varlık nedenimdir
Bir hiçin acısı değil
Hayatta kattığım
Gerçeğine
Önem biçtiğim
Tamı tamına
Kattığın şeylerin tadıdır.
Payıma düşeni hiçbir nedeni gerekçe sunma tutumuna düşmeme, bu olguda yârin yanağından gayrı paylaşımı savunmak ve diyeceğim şudur: sevgili tenimizde kalan ve bilincimizin yaralı yanı kanarken, diz çöküp yaşamı yaşamaktansa paylaşmak daha büyüktür. Uğruna ayakta düşme sevdası yani söz özgürlükse insansa yaşamak bu uğurda ikimize dair bir şeyi insanın savaşımında bu uğurda yaşamaksa buna uygun cürettin temsilini büyütmektir hayat ve insana bağlıkta paylaşmaktır ve yaşamaktır.
‘sevgili seni sevmek
Senin sen…
Olduğun içindir ki,
Teninin tenimdeki
Sevinç tanımında…
Yaşamaktır çıkarsızca
Sevmek insanlaşmaktır
O nedenledir ki,
Senin
Dünyana olan yolcuğumda
Yaşamaktır hayat
Hayatsa sevmekle yüklüdür
Ve severken kendin olmasını
Bilmekle yüklüdür özümüz
Kısacası sevmek insanlaşmaktır
Bu deryada yanmasını bilecek kadar
Aşkla…
Şimdilik içinde bulunduğum şu günleri anlatmaya çalışacağım. Ama bu tarihin yılın dönüm günleri olduğundan dolayı size olduğum yıl, o yılbaşı gününün sözleri, duyguları paylaşılan şeyler gelip bir yönümüzü incitiyor. İnsanın ortak şekillenişinden dolayı emek ve duyguların yarattığı şeyler teninin bir parçası oluyor. Hep bir yanımızı incitiyor. Son yılbaşında Damlanın sözü aklımdayken, Denizin içten sarılması, bir ekmeğin buğusu ve baharın insanın içinde uyandırdığı hayatın kendini yeniden yenileyen bir şey yaşamak tadıdır. Ve Damlanın da benim en mutlu yılbaşıdır babamın yanımda olması. Sevinç ve renklerin sıcaklığının önemle korumaktayım. Bizler barınak yaşamın sorunlarını bir bütün olarak ele almamız tartışmalarını yürütürken günlük yaşamda komün yaşamının ilişkilerine dayanarak odunu, şekeri, yağı ve bir bütün gereksinimleri planlayarak tüketiyoruz. Kar, soğuk hayatımızın bir parçasıdır. Bütün bu saydıklarım bu mücadelenin bir parçasıyken halkın günlük yaşamdayken aynı koşulları yaşıyor. En büyük farkımız bizim zorunluluktan kaynaklı yönümüzün daha keskin daha net olan düşmanımıza karşı net karşı koyuşumuzdur. Kitlelerin kendi savaşımını doğru anlamaları yaşamını örgütlerken, günlük yaşamlarını şansa bağlayan bir yaşam beklentileri içinde şekilleniyor. Buda yönetenlerin işini kolaylaştırıyor. İnsanı insanlaştıran tarihini unuttuğu o günden bu güne kadar umutlarını, düşlerini başkaların sunduğu şans ve kaderine bırakmıştır. Çoğunluk böyle bir makul yaşamı tercih ediyor.
Bu satırları kalemle yazmak kolay ama bilgisayara yükleme ve gönderme epey bir zamanımızı alıyor. Elektriğimiz sınırlıdır. İşte bu sınırların içinde bugün seyrettiğimiz filmin uçurtmayı vurmasınlar filmiydi. 28.12.2008 gününde yazılmış bir önceki satırlarıma beni götürdü. İki gün evvel yazdığım şeyler başkalarının hayatında nasıl yaşandığı ve bizim hayatımızda ve bizde nasıl yaşanıyor. Çocuklar sizler nasıl ki, bir yanımsanız bu gün ortak ideallerimiz için bir arada yaşamı savunma birlikteliğini bu günden geleceğe yarına taşımak için imkânsızı yani bütün gericilerin ummadıkları şeyleri yaratma cüretiyle bir kavgaya tutuştuk. Bu basit bir şey değil. Çaresizliği çarenin varlığına çevirme bilimselliğidir. Bu gün işte anlatmak istediğim şeylerin bir birilerinin dünyasına kattığı şeyler insanın bir yanının farkına varmadan senin bir parçan olmuşlar. İnsanlar ortak yaşama değerini bilince çıkardıklarında bütün sevinçler ve hüzünler paylaşılacak ve ayrıcalıklar ortadan kalkacak. Sevgiyle yeni Dünyanın gerçekliğiyle sizleri ve halkımı selamlıyorum. Devrimci selamlar.



GİDİYORUM
Gidiyorum karanlık kentin, beton canavarları
Gözyaşlarımı cebimde götürüyorum
Ne tuhaf
Bir yanım bahar kokuyor
Diğer yanım da hüzünlü bir şarkıya eşlik ediyor
Ağustos böcekleri
Gidiyorum,
Ve beni özlemlerimden koparan herşeyi,
Sana bırakıyorum.
Bitiyor sende kalan ömrüm
Ve yaşamımız buzlar eriyinceye kadar seninle.
Gidiyorum
Ve karınca olup yeryüzüne çıkıyorum bir bahar vakti.
Ellerimde hummalı bir çalışma
Gözlerimde sızıyan bir uyku
Rehavetimin kurbanı olmuyorum artık
Düşlerime uzanan ince yolun bariyellerini onarıyorum
Ve sonra ışığa boğuyorum tüm karanlıkları
Gidiyorum,
Ellerimdeki umutla karanlığın mezar bekçilerini vuruyorum,
Güneşi selamlıyorum tebessüm dolu dudaklarla
Haykırıyorum tüm acılarımı kanlı urganın içine
Bir bebeğin tenindeki ilk dokunuş oluyorum sonra
Büyüyorum,
heceliyorum
ve yürüyorum
Bütün kirli yaşamını sana bırakıyorum ey karanlık kent.
Gidiyorum,
Babil olup ölüyorum,
Şahan olup doğuyorum.
Milyonlarca çocuğum oluyor hiç tanımadığım
Hayat dolup akıyorum dalga dalga.
Uçurtmalarımı gök yüzüne salıyorum rüzgarda
Akan hayatımın mendereslerini izliyorum usulca.
Ve çocuklarım
Evet o milyonlarca çocuklarımın gülümseyişi mezarın olacak senin.